İBRAHİM FAİK BAYAV
Kur'an'da Bakara Suresi'nin 114'cü ayeti şöyle:
''İçinde Allah'ın zikredildiği mescidlerde, Allah'ın isminin zikredilmesini men edenden, ve oranın harabına çalışandan daha zalim kim?''.
Seçimlere yaklaşmış durumdayız. Benimsediği partinin dışındaki partileri, particilik taassubuyla reddeden dindar kişi, yaptığının doğru olduğunu kanıtlamak için bu ayeti ileri sürmüş. 1930'lu ve 1940'lı yıllara atıf yapmış. Muhakemesiz tavırla, benim partime rakip parti geçmişte iktidarda iken cami ve mescitleri ya kapattı ya yıktı, ülkede Allah'ın adının zikredilmesine engel oldu. Bu parti zalimlerin partisidir; asla ve kat'a önümüzdeki seçimde bu partiye oy verilmesin, demek istemiş.
Bir insan 'taassup' çerçevesine girdi mi, ağzından çıkan lafların ne anlama geldiğini bilmez; bilmesi sağlandığında anlamaz; en mukaddes yerden bir kaç ifade alıp haklılık iddiasında bulunur.
Ayetteki iki kelimeyi anlamaya çalışalım:
Mesâcid: Secde edilen yerler demektir. Secde, azamet karşısında, kişilerin küçüklüğünü bildirdiğini ifade eder. Azamet sahibi olarak Kainatın Halıkı'nı öğrendiğimizden, secdenin sadece O'na yapıldığını biliriz. Bunun için belli bir yapı olması ya da yapılması şart değil. Bakara Suresi'nin 115'nci ayeti bunu net biçimde açıklar:
''Doğu ve Batı Allah'ındır. Ne yöne dönerseniz dönün Allah'ın vechiyle karşılaşırsınız''.
Bediüzzaman bu ayet ışığında hükmü koymuş,
''Yer yüzü bir mescid'' demiş.
Birinci Dünya Harbi ve İkinci Dünya Harbi sırasında Avrupa kıtası, Afrikanın kuzey tarafı, Asya'nın batısı patlatılan silahlarla, dökülen bombalarla harabeye çevrildiğinden, oralara harab olmuş mescidler nazarıyla bakılabilirdi. Otuz yıllık süreçte, insanlar, secde etmek şöyle dursun, 'secde' ifadesini anlamaya bile imkan bulamadılar.
En yüzkera: Meallerde bu kelime 'zikretmeyi' şeklinde çevrilmiş, zikretme kelimesinin anlamı, eline tesbih almak, belli adedde Allah'ın adını veya sıfatlarını söylemek şeklinde ilimsiz dindarların zihnine nakşedilmiş. Karısının dırdırından, çocuklarının velvelesinden uzak kalmak isteyenler, 'cami' adlı özel yapıları mekan edinmişler; sükunet bulmak için oralarda Allah'ın adını tekrar tekrar söylemeyi kendilerine vazife bilmişlerdi. Çünkü, 1800'lerde meydana çıkan 'tabiatperestik' akımı, Osmanlıyı salladığı gibi yerine kurulan Türkiye'de de etkisini göstermiş, harpler sebebiyle de inanç eğitimsiz kalan gençleri tanrıtanımaz etmişti. Camilere beli bükülmüş ihtiyarlardan başkaları gitmiyordu. Birinci ve İkinci Dünya harpleri ile yeryüzü darmadağın olurken, Türkiye'nin mescidlerinin 1930'lu ve 1940'lı yıllarda sağlam kalması düşünülemezdi. Bazıları yönetimce ya kapatıldı, ya da başka amaç için kullanıldı.
1945 yılından sonra, Hitler rejimi ortadan kalkmış, Avrupa'yı onarma safhası başlatılmıştı. Plana Türkiye de dahil edildi. Türkiye'de tek parti rejimi, yerini, 1950 yılından itibaren çok partili rejime bıraktı. Daha önce yasaklanan inanç gereksinimleri, birdenbire değil yavaşça serbestleştirilmeye başlandı. Yönetimdekiler değiştiğinden, yeniler din dostu görülürken, eskiler din ve Allah düşmanı olarak anılmaya başlandı. Camilerin açılması, onarılması veya yenilerinin yapılması başladı; ama o yapıların içine girenler, (bazı camilerin fertleri hariç) ayetteki 'en yüzkera' ifadesiyle verilen mesajı anlamaya yanaşmadı.
En yüzkera, toplum düzeni için gerekli olan buyrukları vermeyi, unutulmuş buyrukları yetkilisince hatırlatmayı, fikir sunmayı, görüş bildirmeyi, teati yapmayı-yaptırmayı ifade eder. Yukarıda dedik; muharebe bombalarıyla darmadağın olan yeryüzünde buna fırsat bulunmamıştı.
Artık bu günlerdeyiz. Birinci ve İkinci Dünya harpleriyle oluşan uğursuzluklar çok geride kaldı. Ülkedeki yönetime talip tüm politikacılar, geçmişteki tek parti rejimine göre değil Dünya konjenktürene göre atacakları adımları ayarlıyorlar. Buna mecburlar. Seçim gününe yaklaşılırken, rakip partiyi -ismi benziyor diye- cami yıkıcısı, zikir engelleyicisi, hoca asıcısı olarak anmak, fertlerin zihnine de bunu nakşetmek, ülkede kargaşa çıkarılmak istenmesi dışında anlaşılmaz. Bu tip dindarlar, amaçlarına ulaşırlarsa, ülkedeki oluşmuş yangını arttırdıkları gibi, içinde kendileri de yanarlar.
Demokratik düzen önümüze konduğunda 'özgürlük havası var' deyip benimsemişiz. Bu durum millet fertlerinin oy tercihine saygı duymayı gerektiriyor. Müslümanım diyenler saygıdan anlamayacaklarsa, vaziyet vahim olur. Millet fertleri -iyi veya kötü- kime oy vermek isterlerse vereceklerdir. Hiç kimse, hiç bir toplum layık olduğu akıbetten kaçamaz.