AYÇA ÖZTORUN
“Gözlerim o an, benden insanlar var mı diye etrafı aradı. Tanıdık insanlar… Hepsi tanıdıktı. Çünkü hepsi bana benziyordu. Hepsi benden biriydi, hepsi insandı…”
Birden koca bir kasırganın tozu dumana katarak, karara karara üzerime doğru geldiğini gördüm. Kasırga durdu ve kararan toz bulutu siyahlar içinde barut kokulu, ayakları ters adama dönüştü. Ölüm defterini çıkardı ve hükmü verdi. Kıyafetinin altında saklanan uzun kuyruğuna dolanmış soğuk bir namlu gördüm. Gerisini hatırlayamıyorum. Hatırladığım tek şey, her yer kan gölüydü ve yerde yatan insanların rengi çekilmiş, sararmış hazan yapraklarına dönmüşlerdi. Bir ben yaşıyordum!
Acı çekmek için yaşıyordum, yas tutmak için yaşıyordum. Belki de gördüklerimi anlatmak için yaşıyordum.
Kime anlatacağım?
Herkes ölü...
Herkes ölü...
Herkes ölü...
Uzaktan sesler geldiğini duydum. Sese doğru yöneldim.
Güzeller güzeli çocuklar gördüm. Güvercine benziyorlardı. Kalp atışlarını duydum her birinin. Her bir parçası havada yaylım ateşine tutulan ve kanlar içinde yere çakılan ölü kalp atışları...
Acı dolu çığlıklar girdap olmuş beni zifiri bir karanlığa çekmişti. Artık yalnızdım. Derin, sağır bir sessizlik başlamıştı. Herkes ölmüş, benden kimse kalmamıştı. İnsanlar kan deryasının içinde…
Yaşlılar sıra sıra sonsuzluğa yatırıyorlar. Anılar boy boy olmuş onlarla birlikte toprağa karışmak için sıra bekliyorlar.
Dokunmak yasak! Veda yasak! Hoşçakal yarına kaldı.
Yarın da yasak!
Hayat susmuştu.
Umutlar susmuştu.
Artık insan yoktu…
Artık insan yoktu…
Artık insan yoktu…
Kan gölünde yatan umutlar her yana savrulmuş, Kimseler görmemiş, görenlerin gözleri ölmüştü.
Bir ses umuda dair demiştim. Kan gölünde ses ölmüştü...
Ağlıyordum. Her hangi biri veya birileri, katli vaciptir deyip de, çıkarları uğruna başkalarının yaşam hakkını elinden alıyorsa, ağlamak, isyan etmek, kaçınılmaz bir hakikat oluyordu.
Sustukça, Şeytan’ın alanı genişliyor, sustukça korkular büyüyordu…
Zifiri karanlık yollarda bilinçsizce koşmaya başladım. Birden yoğun ışık huzmesi gözlerimi aldı. Küçük küçük insanlar, kocaman bir sarayda davullar, zurnalar çalıyor, garip bir şekilde oynuyorlardı. Onların da ayağı ters yöne bakıyordu. Kıyafetleri kan kırmızısıydı. Sadece aralarından bir tanesi farklı giyinmişti. Başında altından tacı vardı. O emrediyor, yanındaki uşaklar rengârenk şekerleri havalara fırlatıyorlardı. Yere düşen şekerleri diğer kısa boylu, ters ayaklı adamlar, tıpkı fareninkine benzer ince tiz sesler çıkararak kapışıyorlardı.
Birden köyümün efsanevi hikâyelerini hatırladım. Hikâyeler gerçek oluyordu. Ya da tam tersi, korkunç gerçekler kıyıda köşede saklanıyor, saklananlar kulaktan kulağa fısıltıyla hikâyeye dönüyordu.
Eskiden köyümüzün mezarlığından geçerken annem bize, fısıltıyla bir hikâye anlatmıştı. Endişesi sesine yansımıştı.
‘Gece sakın buralardan geçmeyin. Bu mezarda cinler var. Geceleri eğlence yaparlar. Cinlerin Padişahının adı Mihrez el-Ahmer’dir. Tacı altındır ve çadırı yündendir. Yardımcılarının giyiti kırmızıdır. İblisin çocuklarından biridir. Kırmızı renkte ve insan görünümündedir. İnsanlara musallat olduğunda burunlarından kan akıtır. Kuyuları kurutur ve herkese düş gördürür.’ demişti.
Anlattıkların gerçek oldu anne!
Karşımdaki Mihrez el-Ahmer’di. Bir şeyi kutluyorlar, deli gibi eğleniyorlardı. Cinlerin gece eğlencesini kanım donmuş izliyordum.
Sessizce kalabalığa doğru yaklaştığımda gözlerime inanamadım. O kocaman alanda insanların cansız bedeni kanlar içinde, yerlerde üst üste yığılmıştı!
Sararıp solmuş cansız bedenler bilmeden bir şeylerin bedelini ödüyordu ve cinler hiçbir şey yokmuş gibi onların başında dans ediyordu.
Var gücümle oradan uzaklaştım. Uzaklaştıkça zurna ve tef sesleri sanki ardımdan kovalarcasına büyüyordu.
“Sesimi duyan yok mu?
Sesini duyan yok mu?
Sesimizi duyan yok mu?
Seslerini duyan yok mu?
Yok, yok, yok… “
Duymayacaklar, bağır bağırabildiğin kadar! Bir saniyede her şey olup bitecek ve yarın hatırlanmayacak!
Tekrar karanlığın içinde savruldum. Bir buzhanenin önünde bekleyen, ağlayan insanları gördüm. Çaresiz bir kadın yanıma yaklaştı. Kulağıma; “Burası morg kapısının önü!” dedi.
Kadının kanlı gözyaşlarını gördüm… Kadının korku ve endişeyle kapının önünde beklediğini gördüm…
“Neyi bekliyorsun?” dedim.
“Ölenleri” dedi.
Yavaşça kulağıma eğildi. “Sorgu meleği diye bir şey yok! Şimdi ki zaman beter zaman! Kıldan ince kılıçtan keskin zaman!” dedi.
Burada soruldu, burada yaşandı, burada bitti her şey!