Nereden nereye!

AYÇA ÖZTORUN Ankara Hamdullah Suphi ilkokulunda ikinci sınıf öğrencisiydim. Okulumuza ve dengi okullara, 23 Nisan hazırlıkları için farklı şehirlerden ve yurtdışından konuk olarak gelen öğrencilerle 23 Nisan için provalar yapıyorduk. Dışardan gelen öğrencileri, uyum göstermemiz ve arkadaşlıkların perçinleşmesi hususunda faydalı bir etkinlik olabileceğini düşünen müdürümüz, “Velilerinize danışın, misafir öğrencileri evlerinde konuk etmek isteyen olursa bana bildirin.” demişti. Babam ve annem, bir öğrenci değil, üç öğrenci konuk edelim demişti ve üç öğrenciyi evimizde ağırlamıştık. Babam o dönemler CHP Adana Milletvekiliydi. Süleyman Demirel, babamın dokunulmazlığının kaldırılması hususunda önerge sundu. Babam, kendi partisi içinde de Süleyman Genç, Kemal Anadol, Mustafa Gazalcı ve Nedim Tarhan ve ismini hatırlamadığım ilerici birkaç milletvekiliyle birlikte solun solu diye dışlanmış, faşizme direnen, mücadeleci, korkusuz isimlerden biri olmuştu. 23 Nisan hazırlıklarımız bitmiş, kutlamalar coşkuyla gerçekleşmişti. Türkiye Büyük Millet Meclisinde, Süleyman Demirel’in hazırladığı 23 Nisan resepsiyonunda, muhteşem bir kokteyl partisi düzenledi ve öğrenciler, okul yetkilileri gözetiminde bu kokteylin davetlisi oldu. Ben de o resepsiyona davet edilen öğrenciler arasındaydım. Evimizde, biz çocuklara sorunları yansıtmak istemeseler de anne ve babamın konuşmalarına, ister istemez kulak misafiri oluyorduk. Süleyman Demirel’in babamdan hiç hoşlanmadığını ve dokunulmazlığının kalkması için sürekli önerge verdiğini biliyordum. Bu nedenle 23 Nisan resepsiyonuna katılmak ve Süleyman Demirel’i görmek istemiyordum. Fakat bunu aileme söyleyemiyordum. Babam, büyüklerin yönlendirmeleri ile kin tutan çocukları ve çocuklara bu konu da ikilik yaratmaları için yön veren ebeveynlere çok kızar; “Barış husumetle sağlanmaz.” derdi. Bu resepsiyona katılmakta ne kadar gönülsüzde olsam da, annem bana; “Öğretmenin bu kutlamaya gitmeni istiyor ve arkadaşlarınla gideceksin.” demişti. Bana o gün için çok güzel bir elbise alınmıştı. Hâlâ unutamam o elbiseyi. Beyaz üzerine küçük küçük iskambil kâğıtlarının sembolünden oluşan, kupa kızı, maça erkeği figürleri vardı. Annem saçlarımı tek örgü yapmış, beyaz dantel kurdele bağlamıştı. Maça erkeğinin babam olduğuna dair espriler yapmışlardı. Artık, Millet Meclis’inin kokteyl salonundaydık. Cumhurbaşkanlığı orkestrası ve gösteriler eşliğinde çocuklar ve Süleyman Demirel, Meclisin davet salonundaydık. Bütün çocuklar çok mutluydu. Babam, o gün Meclis’te, odasında olacağını söylemişti. Herkes muhteşem gösterilerle eğlenirken, bir görevli benim elimden tuttu ve Süleyman bey seni çağırıyor dedi. Görevlinin elimi bırakması için direndim. “Utanma gel” dedi. Görevli utandığımı sanıyordu ama dokunulmazlık konusunda kızgınlığımdan Demirel’in yanına gitmek istemediğimi nereden bilecekti ki? Görevli için emir demiri kesiyordu. Bir anda kendimi Süleyman Demirel’in yanında buldum. Bana sarıldı ve öptü. “Sen ne güzel bir çocuksun böyle” diyerek, saçlarımı okşadı. Elbiseme büyük bir beğeni ile baktı. Elbisemdeki kupa kızı ve maça erkeği dikkatini çekti. “sen kupa kızı mısın?” diye sordu. Hiç yanıt vermedim. Demirel; “Velin geldi mi, küçük hanım?” dedi. Görevli benim yanıtlamam fırsat vermeden; “Veliler yok, okulla gelmiş Başbakanım” dedi. Süleyman Demirel elimi tuttu. Bana tabakta kürdana batırılmış peynirli kanepe yedirdi. “Baban ne iş yapıyor?” dedi. Ben; “Maça erkeği” dedim. Kahkaha attı. Sarıldı öptü. “Tamam, maça erkeği anladık! Gerçek işini söyle!” dedi. “Meclis’te şimdi. Yukarda odasında şimdi.” dedim. Şaşırdı. Görevli ile göz göze geldi. Görevlide söylediklerime anlam veremedi. Demirel; “Yukardaki odada ne yapıyor?” dedi. “Benim babam CHP milletvekili İsmail Hakkı Öztorun” dedim. Demirel’in ünlü kızarmaları vardır. Yüzü birden kızardı. Dokunulmazlığının kalkması, halkın sözcü olarak vekil tayin ettiği kişinin, susturulması bir bakıma temsil ettiği halkın susturulmasıydı. Susturulmak istenilen vekile yargı yolunun açılması, dışardan gelebilecek saldırılarda da can güvenliğinin olmamasıydı. Babam için bu planlanmıştı. Ne tesadüf ki, onca çocuğun içerisinde bana sevgiyle sarılan Süleyman Demirel, ezeli düşman gibi gördüğü adamın kızını çok sevmişti. Şimdi düşünüyorum da, yüreğinde çocuk sevgisi barındıran kişinin, ülkelerin çıkar savaşlarına karşı mücadele vermesi gerekmez miydi? Çünkü üs demek, savaş demekti. Savaş uçakları çıkar uğruna savaşı körükleyenlerin değil, masum insanların, daha da önemlisi çıkar uğruna yaşamları yarım kalacak olan çocukların başına bombaların yağması demekti. Babam o dönem, emperyalist ülkelerin kuyruğuna bastığı ve Türkiye’de Amerikan üslerinin araştırılması ve U2 savaş uçaklarının üstlerden kaldırılmasının engellenmesi adına önerge verdiği için, susturulmaya çalışılıyordu. İşin enteresan yanı kendi partisi içinde de bu önergeye karşı çıkanlar vardı ve babamın bu talebini destekleyen yine Türkiye’de adları dürüst, devrimci vekiller olarak anılan, Mustafa Gazalcı, Nedim Tarhan, Kemal Anadol ve ismini hatırlayamadığım bir elin parmağını geçmeyecek kadar az, ilerici milletvekilleri destekliyordu. Demirel’le aramızda bu diyaloglar geçerken, babamın yardımcısı Lokman amcayı gördüm ve ona doğru koşmaya başladım. Lokman amcada sanırım bana doğru geliyormuş. Ona sarıldım. Babamın yanına gideceğim dedim. Koridorlarda olan biteni Lokman amcaya anlattım. Babamın odasına geldik. Dosyalar önünde çalışıyordu. Gittim dizine oturdum. Lokman amca babama her şeyi anlattı. Babam güldü ve “o senin büyüğün saygısızlık yapmadın değil mi?” dedi. Yok, yapmadım dedim, teşekkür etti. “Demirel beni çok sevdi, seni niye sevmiyor ki? Babam olduğunu söyledim. Artık beni sevdiği için seni de sever” dediğimde babam, o güzel, o babacan, içten kahkahasını attı. Konuştuğu her kelimeyi dün gibi hatırlıyorum. Gerçi babama dair her şeyi salisesi salisesine unutmayan bir çocuktum. Ölünceye kadar da unutmam söz konusu olamaz. Çünkü ben onu her gün yaşıyorum. Babam o gün bana; “Herkes inandığı doğruyu doğru olarak dayatırsa büyük bir yanlış içinde yok olur gider, toplumun mutluluğu ve ülkenin geleceği için doğrular, kendi doğrusunu çürütüyorsa, o zaman bencillik ve çıkar uğruna kavgalar başlar. Bunları anlayacak yaşa geldiğinde izahı daha da mümkün olacak.” dedi. O günden sonra babama iki kere öldürmeye yönelik çok ciddi saldırıda bulunuldu. Hatta MHP’li bir tetikçinin ölüm listesi diye yazdığı kâğıtta, babamın adının üçüncü sırada olduğu tespit edildi. Meclis’te, dönem dönem yemekhanede ve asansörde karşılaştığımız Demirel’e babamın selamlaştıklarına şahit olmuştum. O zamandan bu yana o meclis kürsülerinde bir değişiklik var mı diye sormam, sanırım çok komik olur. 1979 dan 2019 a merdiven dayadığımız siyaset gündeminde, merdivenin basamakları daha da çürümüş durumda, bassan düşer, paramparça olursun. Ya o merdivene basmadan hokkabaz gibi dalaverelerle siyasetin içine zıplayacaksın ve hokkabaz kalacaksın ya da ağır ve temkinli o merdivenleri tırmanıp hedefe ulaşacaksın. Türkiye’de siyaset denildiğinde, adını anmayın midem bulanıyor deme durumuna geldim. VE BUGÜN 23 NİSAN HÜZÜN DOLUYOR İNSAN 23 Nisan, 1920’de Türk milletinin iradesini temsil eden, TBMM’nin açıldığı ve halkın egemenliğinin kabul edildiği tarihtir. Atatürk, 23 Nisan 1924’de bayram olarak kutlanılmasına karar vermiştir. 1929’da Dünya çocuklarına armağan ettiği 23 Nisan günü milli bayram olmuştur ve dünyada tektir. Ben 1979’da ki anımı anlatırken bir konuya vurgu yapmak istedim. O dönemde siyasi sürtüşmelerin bile bir seviyesi vardı. Buna 23 Nisan günü, babamla Demirel’in yaklaşımında ki tanıklığımla şahitlik yapmıştım. Şimdi görüyorum ki, siyasi çekişmeler, kişisel çıkarlar, güç zehirlenmeleri, yalanlar, talanlar havada uçuşuyor, adeta üçüncü sınıf mahalle kavgalarının aynısına tüm toplum şahitlik ediyor. Özellikle yeni nesle ne şekilde yön verirseniz, ülkenin geleceğini de o yöne sürüklersiniz. Bunun bilincine bile varamayan bir güruh siyasetçi, dedikodular, küfürleşmeler, korkunç yalanlarla, çıkar ve iktidar çatışmasına girerken, çocukların geleceğini karartarak, onlara kin ve nefret aşılayarak, sevgiden yoksun, adeta niteliksiz bir zemin hazırlamalarına örnek teşkil ediyorlar. Bari 23 Nisan günü, dünyada tek olan milli bayramımızda tüm dünya çocuklarının huzurunda; ‘Çocuk ölümlerine sebebiyet verdik, tecavüzün, tacizin önüne geçemedik, çocuklara çiçek değil, ölüm armağan ettik, onları sanattan yoksun ettik, özür dileriz.’ Deyip, barışa, huzura, sanata, eğitime, ekonomik feraha sekte vurduk ve bu duruşumuzun ne denli yanlış olduğunu gördük.’ Diyerek, bu çirkin vizyonunuzu değiştirmenin yollarına bakın ve sessizce çıkın gidin hayatımızdan… Ne kadar ütopik bir sonla yazıma nokta koymak istedim değil mi? Onlar bu kadar yalanla, talan peşinde oldukları için, ne yeni nes li, ne de ülkenin geleceğini göz önünde bulundurmazlar. Aydınlık yarınların alt yapısı, yanlışa çocuk teslim etmemek ve ebeveynlerin bilinçli bir şekilde çocuklarının eğitim seviyelerini yükseltmeleri açısından, sanata, okumaya ve araştırmaya yön vermeleri hususunda çok ciddi mücadele etmelerinden geçer. Toplumu sınava soksak, medeniyet muhakemesi üzerine üç soru sorsak hangi şıkkı işaretlerdiniz? “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. 1924” “Benzin var da biz mi içtik? 1970’li yıllar.” “Eeey insan müsveddeleri! Şimdiki dönem” Hangisi? Bence, bize kalan; “nereden nereye” türküsü!.. Tüm dünya çocuklarının 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk bayramını kutluyor, sanat ve barış dolu yarınlar diliyorum…
Benzer Videolar