Edebiyatımızda bir dev: YAHYA KEMAL BEYATLI

Ali Alper ÇETİN Rü’yâ gibi bir yazdı. Yarattın hevesinle,   Her ânını, her rengini, her şi’rini hazdan. Hâlâ doludur bahçeler en tatlı sesinle!
Bir gün, bir uzak hâtıra özlersen o yazdan   Körfezdeki dalgın suya bir bak göreceksin: Geçmiş gecelerden biri durmakta derinde, Mehtab…iri güller.. ve senin en güzel aksin… Velhâsıl o rü’yâ duruyor yerli yerinde! Türk şiirinin bembeyaz tül kanatlarıyla Yahya Kemal gökyüzüne ağar, sonra mısra mısra dökülür yurdunun üstüne… Pırıl pırıl güzelliklerin, tatlı heyecanların, köklü bir geçmişten süzülüp gelen inanç yüklü duyguların dile geldiği bir şiir demetidir o!.. Yalnız şiirinde değil, nesirlerinde de söylemek istediğini yerinde söyleyen, okuyucusuyla tatlı tatlı söyleşen bir sohbet adamıdır, yalnız çevresinde değil, devrinde aydınlık veren, aydınlık getirendir. Anadolu’dan Üsküp’e yerleşmiş köklü bir ailenin çocuğu olan Yahya Kemal Beyatlı, 1884 yılında Üsküp’te doğmuş, öğrenimini Üsküp ve Selanik’te tamamladıktan sonra İstanbul’a gelmiştir. Yahya Kemal için İstanbul, yeni bir dönem olmuş, ufkunu genişletmiş, ilk şiirini burada yayınlamıştır. Daha sonra Paris’te siyasal bilgiler öğrenimi yapmış, Türk ve dünya tarihi üzerinde incelemelerde bulunmuştur. 1912 yılında yurduna döndüğü zaman Yahya Kemal, Doğu ve Batı kültürleri konusunda söz sahibi, özellikle Türk kültürünü iyi bilen, bu kültürün sentezine varmış, inançlı, heyecanlı bir gençtir. Kendi ifadesiyle, kökü geçmişe dayalı, geleceğin ileri görüşlü bir şairidir. Önce Darüşşafaka’da, 1915 yılından sonra da İstanbul Üniversitesi’nde Türk ve Batı edebiyatı, Türk Medeniyet Tarihi öğretim üyesidir ve gençler yetiştirmektedir. Millî mücadele yıllarında, İstanbul’da yayınlanan gazete ve dergilerde etkili yazılar yazarak, okuyucularına Millî Mücadele ruhunu aşılamak için bütün gücünü harcamıştır. Yahya Kemâl; Türk Şair, yazar, diplomat ve siyasetçidir. Cumhuriyetten sonra, Yahya Kemâl, çeşitli dönemlerde milletvekilliği yapmış, 1947 yılında Türkiye’nin ilk Pakistan Büyükelçisi olarak görev almış, 1949 yılında da emekliye ayrılmıştır. Hayatının en verimli yıllarını yaşarken, 1 Kasım 1958 günü İstanbul’da hayata gözünü yummuştur. Yahya Kemal’in şiirleri, nesirleri, ölümünden sonra İstanbul’da Yahya Kemal Enstitüsü tarafından, kitaplar hâline yayınlanmıştır. Bunlar, Kendi Gök Kubbemiz, Eski Şirin Rüzgârıyla, Rubaî’ler, Aziz İstanbul, Eğil Dağlar, Siyasî Hikâyeler, Siyasî ve Edebî Portreler adıyla sıralanabilir. Yahya Kemal Beyatlı’nın başlıca eserleri ise; Şiir: Kendi Gök Kubbemiz (1961) Eski Şiirin Rüzgârıyla (1962) Rubailer ve Hayyam Rubailerini Türkçe Söyleyiş (1963) Bitmemiş Şiirler (1976) Nesir-Düzyazı: Aziz İstanbul (1964) Eğil Dağlar (1966) Siyasi Hikayeler (1968) Siyasi ve Edebi Portreler (1968) Edebiyata Dair (1971) Çocukluğum Gençliğim Siyasi ve Edebi Hatıralarım (1973) Tarih Musahabeleri (1975) Mektuplar-Makaleler (1977) Yahya Kemâl “Kendi Gök Kubbemiz” adlı eserinde yer alan “O Taraf” şiirinde şöyle seslenir: Gördüm ölüm diyârını rü’yada bir gece Sessizlik ortasında gezindim kederlice.   Durmuş saat gibiydi durup geçmiyen zaman. Donmuş sükût içinde güneş görmiyen cihan   Hâkimdi yerde ufka kadar uhrevî vakar; Bir çeşme vardı her tarafından ziyâ akar;   Geçtikçe bembeyaz gezinenler üçer beşer;                      Bildim ki âhiret denilen yerdedir beşer.   Baktım hüzünle her birinin benzi sapsarı. Sezdim ki gövdesizdi, hayâliydi boyları.   Bir başka semte doğru dönerken bu gezmeden Bir tas Ziyâ alıp içiyorlar o çeşmeden;   Allâh’a şükredip duruyorlar ve kol kola, Sessiz, yavaş yavaş dalıyorlardı bir yola.   Naklettiğim gibiydi bu rü’yâda gördüğüm. Rü’yâ bu. Yoksa başka bir âlem midir ölüm? Kendi Gök kubbemiz, büyük şairin, Yol Düşüncesi, Vuslat bölümlerini de içine alan 81 şiirlik büyük bir eserdir. Yahya Kemal bu eserinde, İstanbul Türkçesiyle şaheser örnekler vermiş ve Türk şiirinin yüceliğinde, ruh ufuklarının kapılarını ardına kadar açmıştır. Onun şiirinde, yalnız söyleyiş değil, müzik de ayrı bir etkendir. Onun İstanbul sevgisi, ona Aziz İstanbul’u yazdırmıştır: Sana dün bir tepeden baktım azîz İstanbul Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer. Ömrün oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul! Sâde bir semtini sevmek bile bir ömre değer.   Nice revnaklı şehirler görülür dünyada Lâkin efsunlu güzellikleri sensin yaratan. Yaşamıştır derim, en hoş ve en uzun rü’yada Sen çok yıl yaşıyan, sende ölen, sende yatan… Aziz İstanbul’da İstanbul sevgisinden başka, İstanbul’un tarihî semtlerini, katıksız, arı-duru bir Türkçeyle anlatım var. Eserin bir yerinde şöyle seslenir: “İstanbul’da çok yaşamış, yaşadıkça birçok semtleri sevmiş, sevdikçe onları, zamanın derinliğine doğru, enine-boyuna öğrenmiş bir insan, yaşı ilerledikçe, öğrendikleriyle o kadar dolar ki, bu şehrin sonu gelmez güzellikleri olduğuna inanır. Denilebilir ki, İstanbul’u, Üsküdar’ı, Boğaziçi’ni her tepeden, her kıyıdan, her köşeden, her mevsimde, sabah, öğle, akşam ve gece saatlerinde, derinden derine seyredecek bir sanatkâr kaç türlü yeni güzellik bulur, bunların koleksiyonunu tamamlamağa bir insanın ömrünün yetmeyeceğine karar verir. İstanbul’da güzelliğin çeşidi bu kadar zengindir…” Ve sonra büyük şair, Üsküdar’a ayrıca hayrandır. Üsküdar’ı anlatır: Üsküdar. Bir ulu rü’yayı görenler şehri Seni gıptayla hatırlar vatanın her şehri. Hepsi der: “ Hangi şehir görmüş onun gördüğünü Bizim İstanbul’u fethettiğimiz mutlu günü” Elli üç gün ne mehâbetli temâşâ idi o! Sanki halkın uyanık gördüğü rü’ya idi o!   Şimdi beş yüz sene geçmiş o büyük hatıradan Elli üç günde o hengâme görülmüş buradan; Canlanır levhası hâlâ beşer ettikçe hayal O zaman ortada, her saniye, gerçek bir hâl.   Gürlemiş Topkapı’dan, bin yeni şiddetle daha, Şanlı nâmıyla “ Büyük Top” denilen ejderhâ. Sarf edilmiş nice nice kol kuvveti gündüz ve gece, Karadan sevk edilen yüz gemi geçmiş Haliç’e; Son günün cengi olurken, ne şafakmış o şafak! Üsküdar, gözleri dolmuş, tepelerden bakarak, Görmüş İstanbul’a yüz bin meleğin uçtuğunu; Saklamış durmuş, asırlarca, hayâlinde bunu. Yahya Kemal’in Edebi Kişiliğini kısaca şöyle bahsedilebiliriz: Millî Mücadele yıllarında Darülfünûn’da hoca olarak bulunan Yahya Kemâl, milletimizin acılı, bedbîn, yorgun günlerinde, önce çevresinden başlayarak, sohbetleriyle öğrencilerine ve çeşitli gazete ve dergilerde yazdığı pek çoğu günlük yazılarında bütün millete ümit ve istiklâl imânı aşılamıştır. Yahya Kemâl, 1919-1922 yılları arasında yazdığı yüzü aşkın yazısında Millî Mücadele’ye fikir ve gönül desteği vermiştir. Böylece fikirleri ile bir çeşit vatan hizmeti yapmıştır. Millî Mücadele devri yazılarında, bu yılları bütün safhaları ve teferruatıyla görüyoruz. Malazgirt ve 26 Ağustos Dumlupınar zaferleri kazanılmamış olsaydı, Türkiye ve Türklük diye bir yer ve millet olmayacaktı. Ya Rabbi, eğer bu zaferi nasip etmeyeceksen beni kahret, o günü bana gösterme! Sultan Alparslan’ın bu duasının bir benzerini Gazi Mustafa Kemal Kocatepe’ye çıkarken yapmıştır. “Yüce Allah’ım, ordularımıza zafer nasip et. Eğer bu zaferi kazanamayacaksam beni yaşatma, beni helak et. Gök kubbeyi başıma yık, o günü gösterme!” Yahya Kemâl 26 Ağustos 1922’de; Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbi Senin uğrunda ölen ordu, budur yâ Rabbi Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın Galib et; çünkü bu son ordusudur İslâm’ın Diye sesleniyordu.. “Bir tarihten gelen” ordu, bir tarihe giden ordu. Ordu milletlerin en sarpı: Türk Milleti! 26 Ağustos 1922 Çanakkale’de olduğu gibi Kocatepe’de, Dumlupınar’da kopan fırtına Batı’nın Türk’e yeniden secdesidir. Mohaç Türküsü Şiirinde: Bizdik o hücumun bütün aşkıyla kanatlı; Bizdik o sabah ilk atılan safta yüz atlı.   Uçtuk Mohaç ufkunda görünmek hevesiyle, Canlandı o meşhur ova at kişnemesiyle!   Fethin daha bir ülkeyi parlattığı gündü; Biz uğruna can verdiğimiz yerde göründü.   Gül yüzlü bir afetti ki her bûsesi lale; Girdik zaferin koynuna, kandık o visale!   Dünyaya veda ettik, atıldık dolu dizgin; En son koşumuzdur bu! Asırlarca bilinsin!   Bir bir açılırken göğe son defa yarıştık; Allah’a giden yolda meleklerle karıştık.   Geçtik hepimiz dört nala cennet kapısından; Gördük ebedi cedleri bir anda yakından!   Bir bahçedeyiz şimdi şehitlerle beraber; Bizler gibi ölmüş o yiğitlerle beraber.   Lakin kalacak doğduğumuz toprağa bizden Şimşek gibi bir hatıra nal seslerimizden!   Akıncılar Şiirinde: Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik.   Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: ilerle! Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle.   Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan, Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan.   Bir gün dolu dizgin boşalan atlarımızla, Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla.   Cennette bu gün gülleri açmış görürüz de, Hala o kızıl hatıra titrer gözümüzde.   Bin atlı akınlarda çocuklar için şendik, Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik. Türk edebiyatının güçlü şairi, olgun fikir adamı Yahya Kemal’i anlatmaya söz yetmez. O son yüzyılın aydınlık Türkiye’sinde, pırlanta söz dizeleriyle örülmüş ilâhî bir ses olarak ölümsüz yaşayışını sürdürmede, pırıl pırıl ışımadadır. Ve Kültürümüzün Yıldızları arasındadır. ** Yahya Kemal bir mutlu aydınlıktır edebiyatımız için. Nesirlerinden bir örnek: Ezansız Semtler Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde doğan büyüyen oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasîp alabiliyorlar mı? O semtlerdeki minâreler görülmez, ezanlar işitilmez, Ramazan ve kandil günleri hissedilmez. Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rü’yâsını nasıl görürler? İşte bu rü’yâ, çocukluk dediğimiz bu Müslüman rü’yâsıdır ki bizi henüz bir millet hâlinde tutuyor. Bu günkü Türk babaları havası toprağı Müslümanlık rü’yâsı ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler, mübârek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur’ân’ın sesini işittiler; bir raf üzerinde duran Kitâbullah’ı indirdiler, küçük elleriyle açtılar, gülyağı gibi bir rûh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandilleri yanarken, ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, câmîler içinde şafak sökerken Tekbîr’leri dinlediler, dînin böyle bir merhalesinden geçtiler hayâta girdiler Türk oldular. Bugünün çocukları büyük bir ekseriyetle yine Müslüman semtlerde doğuyorlar, büyüyorlar, eskisi kadar derin bir tahassüs ile değilse bile yine Müslümanlığı hissediyorlar. Fakat fazla medenîleşen üst tabakanın çocukları ezansız yeni semtlerde alafranga terbiye ile yetişirken Türk çocukluğunun en güzel rü’yâsını göremiyorlar. Bu çocukların sütü çok temiz hilkatleri çok metin olmalı ki ileride alafranga hayat Türklüğü büsbütün sardıktan sonra milliyetlerine bağlı kalabilsinler, yoksa ne muhit, ne yeni yaşayış, ne semt hiçbir şey bu yavrulara Türklüğü hissettirmez. * Ah! Büyük cedlerimiz! Onlar da Galata, Beyoğlu gibi frenk semtlerinde yerleşirlerdi, fakat yerleştikleri mahallelerde Müslümanlığın nuru belirir, beş vakitte ezan işitilir, asmalı minâre, gölgeli mescid peydâ olur; sokak köşesinde bir türbenin kandili uyanır, hâsılı o toprağın o köşesi imânâ gelirdi; Beyoğlu’nu ve Galata’yı saran yeni yapıların yığını arasında o mescitlerden, o türbelerden bir ikisi kaldı da gördük ki cedlerimiz o kefere frenk mahallelerin toprağın böyle nüfuz ederlerdi. Biz bugünün Türkleri bilâkis Şişli, Nişantaşı, Kadıköy, Moda gibi küçücük bir şehri andıran yerlere yerleştik, fakat o yerler Müslüman ruhunda ârî, çorak ve kurudur. Bir Üsküdar’a bakınız bir de Kadıköy’üne, Üsküdar’ın yanında Kadıköy, Tatavla’yı andırır. Eski Türklerin rûhları ile yeni Türklerin ruhları arasındaki farkı anlamak isterseniz bu son asırda peydâolan semtlerde İstanbul içlerini mukayese ediniz. Medenîyetleştikçe Müslümanlıktan çıktığımızı tabiî ve hoş gören eblehler uzağa değil Balkan Devletleri’nin şehirlerine kadar gitsinler. Görürler ki baştanbaşa yenileşen o şehirlerin her tarafına çan kuleleri yükselir, Pazar ve yortu günleri çan sesleri işitilir. Manzara halkın dînini ve milliyetlerini hatırlatır. O şehirler bizim yeni semtlerimiz gibi millî ruhtan ârî değildirler. Artık Türk milletinin ruhu bir râyiha gibi uçtu mu? Hayır büyük kütlede yine o rûh var fakat biz son nesil bir sürü gibi büyük kafileden uzaklaştık, kaybolduk, fakat daha uzağa gitmeyeceğiz, döneceğiz, tekrar büyük kafileye iltihâk edeceğiz, yeni tarzda yaşayışla cedlerimizin diyânetini mezcedip, bizi bu çoraklıktan, bu karanlıktan, bu ufunetten kurtaracak mürşidler, şâirler, edîbler, hatîbler yetişmedi fakat gayet tabiîbir revişle bütyük kafileye kendi kendimize döneceğiz. Dinsizliğin kayıtsızlığın aksülâmeli başladı bile. Çocukluktan beri diyânet yolundan ayrılmamış olan kardeşlerimiz bizim gibi rucû hislerini itirâf edenlere henüz inanmıyorlar. Onlara tamâmiyle ilticâ edeceğimiz zaman da bizi birde tanıyamayacaklar. Çünkü onlardan çok ayrı çok uzak düştük. * Dört sene evvel Büyükada’da oturuyordum, bayramda bayram namazına gitmeğe niyetlendim, fakat frenk hayâtının gecesinde sabah namazına kalkılır mı? Sabah erken uyanamamak korkusu ile o gece hiç uyumadım vakit gelince abdest aldım. Büyükada’nın mahalle içindeki sâkit yollarından kendi başıma câmie doğru gittim. Vâiz kürsüde va’zediyordu. Ben kapıdan girince bütün cemaatin gözleri bana çevrildi. Beni daha doğrusu bizim nesilden benim gibi birini, câmide gördüklerine şaşıyorlardı. Orada o saatte toplanan ümmet-i Muhammed, içine bir yabancının geldiğini zannediyordu. Ben içim hüzünle dolu yavaş yavaş gittim. Va’zı diz çöküp dinleyen iki hamalın arasına oturdum. Kardeşlerim Müslümanlar bütün cemâatın arasında yalnız benim vücudumu hissediyorlardı. Ben de onların bu nazarlarını hissediyordum. Vaazdan sonra namaz ve hutbede onların içine karışıp Muhammed sesi kulağıma geldiği zaman gözlerim yaşla doldu. Onlarla kendimi yek-dil, yek-vücûd olarak gördüm. O sabah o Müslümanlığa az âşinâ Büyükada’nın o küçücük câmii içinde, şafakta aynı milletin rûhlu bir cemâati idik. Namazdan çıkarken, kapıda âyândan Reşid Âkif Paşa durdu. Bayramlaşmayı unutarak elimi tuttu: “ Bu bayram namazında iki defa mes’ûdum hamdolsun sizlerden birini kendi başıma camie gelmiş gördüm! Berhudâr ol oğlum, gözlerimi kapamadan evvel bunu görmek beni müteselli etti” dedi. Hem geldiğimi hem de bayramımı tebrik etti. Yanında eski adamlar da onun gibi tebrik ettiler. Bu basit hâdiseden pek samimi olarak mahzuzdular. O sabah gönlüm her zamandan fazla açıktı. Biz ki minâreler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübârek muhitden çok sonra ayrıldık, biz böyle bir sabah namazından anne millete tekrar dönebiliriz. Fakat minâresiz ve ezansız semtlerde doğan, frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlamayacaklar! Ali Alper ÇETİN Araştırmacı alialpercetin@hotmail.com Kaynakça: www.biyografya.com www.turkedebiyati.org Mehmet Önder: Anadolu’yu Aydınlatanlar, Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları, 1998 Ankara
Benzer Videolar