Şükrü Işık

Avukat Şükrü Işık ODTÜ Bilgisayar Matematik Mezunu, Üretim Planlamacısı, Devlet Yatırım Bankası Yatırım Projeleri Uzmanı, Muhasebeci, Avukat, 68 Kuşağı, Yetmişlerin Devrimcisi, MHP Sempatizanı, Doğa Hayranı, Farklı Bir İnsan,  Adam Gibi Adam. Roportaj: Şeref IŞIK – KozanBilgi.Net Haber Müdürü Ahmet Çavuş’un oğlu, Şükrü IŞIK ODTÜ Bilgisayar Matematik Mezunu, Üretim Planlamacısı, Devlet Yatırım Bankası Yatırım Projeleri Uzmanı, Muhasebeci, Avukat, 68 Kuşağı, Yetmişlerin Devrimcisi, MHP Sempatizanı, Doğa Hayranı, Farklı bir insan,  Adam gibi adam  Avukat Şükrü IŞIK evli ve iki erkek evlat sahibidir. İsmini dedesi Şükrü Çavuş’tan almıştır. Ailede köklere saygı esastır. Amcasının oğlu da Şükrü Işık, ablasının oğlu da Şükrü Işık. Şükrü’lerin en büyüğü olduğu için köyde Koca Şükrü olarak bilinirdi avukat olana kadar. Gerçekten Koca Şükrü. Yıl 1963-64, 7-8 yaşlarındayım. Yaz aylarında köye yaylaya çıkarız Kozan’dan. “Koca Şükrü gelmiş, gömleksiz atletsiz çıplak geziyor bağda. Kocaman adam. Kafasını da jiletle kazıtmış. Her sabah kafasına yumurta, sırtına (vücuduna) yağ sürüp güneşin altında öyle geziyormuş bağırarak (naralar atarak).” diyorlar, köyde çocuklar arasında. Bende biraz korku, biraz merak uyanıyor. Uzaktan da olsa görmek istiyorum Koca Şükrü’yü. İlk gördüğümü şöyle hatırlıyorum. Bağaya üzüm yemeye giderdik Koca Şükrü’lerin evinin yanından. Evlerinden biraz yukarıda, arazide yanında birileri ile geziyordu. Gerçekten belden yukarısı çıplak, saçlarını usturayla kazıtmış, griye yakın toprak rengine çalan bir pantolon giymişti. İri yarı, şimdilerdeki Rambo gibi bir görüntüsü vardı. Yüksek sesle bağırarak konuşuyordu her şeyi. Bu durumundan ürküyor, uzak durmayı yeğliyordum o zamanlar. Koca Şükrü’yü ilk böyle tanıdım. Şükrü Çavuş (D:1894-Ö:27 Mart 1941) 1914 yılında Şam’da şu anki harp okuluna tekabül eden askeri okul son sınıfta okurken çıkan savaş nedeniyle direk cepheye sevk edilmiş. Mısır cephesinde harp ederken İngilizlere esir düşer. 13 ay esir kaldıktan sonra yapılan mübadele ile serbest kalmış ve Tapan’a dönmüştür. Hemen akabinde başlayan kurtuluş savaşında Hacın (Saimbeyli) cephesinde savaşmış Kirkot bölgesi komutanlığını yapmıştır.. Fransızların Hacın bölgesi Ermenilerine yardım göndermeleri sırasında olaydan haberi olan Postacı Cezmi Bey “Yusuf Ağa’ya haber salın önlem alınsın” diye Tapanlı biri ile haber gönderir. (Yusuf Ağa Halit Dağlı’nın dedesidir) Yusuf Ağa yaptığı araştırmada Fransızların Ayıcık (Gedikli), Kargapazarı, Akçaluşağı yolu üzerinden Hacına gitmekte olduklarını tespit eder. O sırada Evereğ’e (Develi) silah almaya giden Şükrü Çavuş oradan Kayseri’ye geçerek Mustafa Kemal Paşa ile görüşür; dönüşte Everek’ten mühimmat ve silah alan Şükrü Çavuş tam Tapan’a girerken “Kargapazarına gâvur geldi yetişin” haberi üzerine direk oraya yönelir. Tam harbin başladığı sırada yetişen Tapan kolu ile diğer kuvvetler Fransız­ları püskürtürler ve Kozan’a kadar geri çekilmeye mecbur bırakırlar. Sonra, o sıralarda 17.000 hane Ermeni’nin oturduğu Hacın bölgesine intikal ederler ve oradaki savaşa katılırlar. Ermeniler yenileceklerini anlayınca önce Kirkot tarafına sonra Hamurcu gediği (Himmetli) tarafına kaçıyorlar. Hacın savaşından sonra Tapan bölgesine geliyorlar. Buradaki savaşta Şükrü Çavuş başından yaralanıyor. Gizzik Duran Pağnık cephesi komutanı iken Şükrü Çavuş Kirkot cephesi komutanlığını yapıyor. Savaştan sonraki cumhuriyet döneminde Şeyh Sait isyanına giden kuvvet içerisinde bulunuyor. Çok iyi atıcı idi. Tavşanı mavzerle tek atışta vururdu.       . Tapan bölgesinde herkesin sorunlarını çözerdi kimse mahkemeye gitmezdi. Sorunlar Şükrü Çavuş tarafından çözülürdü. Ölene kadar muhtarlık yaptı. Feke den gelen tüm devlet erkânı onun misafiri olurdu. 1941 yılında bir geyik avı sırasında aşırı ıslanması ve üşütmesi neticesinde yakalandığı zatürree hastalığından vefat etti. Çok aydın bir kişilikti. 1938 yılında okul inşaatını başlattı. Murtaza hoca ile birlikte kendi imkânları ile 1939 da öğretime açtılar. Cenazesinde Murtaza hoca o gün şartlarında devlet töreni yaptırdı. Naaşı okulda merasim yapılarak önde Türk bayrağı eşliğinde uğurlandı Soyadı Kanunu çıkması ile Topallı Sülalesine “Işık” soyadını Şükrü Çavuş almıştır. Okul Yılları… Bazen sohbetlerde bahsi geçer, yorumlar yapılır yaşı üstüne. Ama kimse sormaz, soramaz istemediği bir cevap almaktan korktuğu için. Ben kendimi her cevabı alabileceğime şartlandırarak üstüne üstüne gidiyordum. Kolay değil Avukat Şükrü Işık’tan her istediğin cevabı usulüne göre almak. -Kaç doğumlusun abi? Nerede doğdun, Feke mi Kozan mı? Diye sorunca: -1944 Sulooyak doğumluyum yaz. Sulooyak’da doğmuşum. Biliyon mu Sulooyağı? Yaylada doğmuşum ben. Öyle yaz dedi. Sulooyak bizim yayla diye tabir ettiğimiz köye bağlı yazın gidilebilen mezralardan biridir. Köy yerleşim yerine 3-4 saatlik yürüyüş mesafesindedir. O yıllarda köye araba yolu yok, en yakın araba yolu da on beş kilometre mesafededir. Doktor yok, ebe yok. Dağın başında doğuruvermiş Gostur Ebe Koca Şükrü’yü. Kim bilirdi o zaman ne olacağını. Gostur Ebe’nin gözü gibi baktığı üzüm bağlarını çam, sedir, ceviz ormanı yapacağını. Bilse Gostur Ebe belki sıkıp atardı boğazını doyurunca. Şükrü Çavuş’un asaletinden gelen aydınlığı çocuklarına da sirayet etmiş. Erken yaşlarda köyden şehire göç etmişler. Ticarete atılmışlar. Dükkân işletmişler. O zamanki dükkânlarda bakkaliyeden, nalburiyeye, manifaturadan, zücaciyeye her şey satılırmış.   Ellili-atmışlı yıllarda otobüs işletmişler Kozan-Saimbeyli hattında. Gençler ne var ki bunda diyebilirler. O yıllarda radyo çok lüks nadir bulunan bir iletişim aracıydı. Bilgisayarlar hak getire, televizyon yoktu Türkiye de. Şükrü ve kardeşleri şehirde olmanın avantajıyla okudular. Şükrü ilkokulu Kozan Gazi İlkokulunda, ortaokulu ise şimdiki Kozan Lisesinin futbol sahası yerindeyken yıkılan Kozan Ortaokulunda, liseyi ise Adana Erkek Lisesinde okudu. Lise yıllarının sonunda ekonomik sıkıntılar başlamıştı. Dürüstlük ve dost severlik malından mülkünden etmiş Şükrü’nün babası ve amcalarını. Liseden sonra İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Kimya Mühendisliğini kazanan Şükrü bir yıl okuduktan sonra parasızlık nedeniyle okulu bırakmak zorunda kalır. Köyünün okuluna vekil öğretmen olarak görevlendirilir. O yıllarda yörenin tek okulu olan Tapan İlkokuluna (1938’de açılmış) Feke’ye ve Kozan’a bağlı köylerin öğrencileri geliyordu. Öğrenciler uzak yerlerden geldiği için, o zamanlar ulaşım aracı da yok ortaokul, hatta lise seviyesinde çocuklardı. Kız öğrenciler çok nadirdi. İlkokullu erkek öğrenciler sakal traşı olarak geliyorlardı okula. Şükrü hep farklıydı. Öğretmenliği de farklı oldu. Hemen hemen kendi yaşında öğrencileri vardı. Bazan öğrencileriyle güreş tutuyorlar, kıran kırana güreşiyorlardı. Bir seferinde okul müdürü merhum Hasan Kızıltepe okul bahçesinde gezerken, bakmış sınıfın birinin penceresinden dumanlar çıkıyor. Yangın mı var diye koşmuş sınıfın kapısını açmış ki ne görsün. Öğretmen Şükrü ve öğrencileri sınıfta tütün sarmışlar içiyorlar. Bu arada derslerini de ihmal etmiyor, ne pahasına olursa olsun okumak istiyordu. Orta Doğu Teknik Üniversitesi Bilgisayar Matematik Bölümünü kazandı. Çok zor şartlarda okudu. Kitap alacak para bulamıyordu. Bir gün okul kampüsüne çok önemli bir tiyatro gelmişti. Okulun hepsi tiyatroya gitti. Gidemeyen iki kişi vardı. Biri parası olmadığı için Şükrü, diğeri ise kütüphaneden ayrılamayan kütüphane memuru. Şükrü kütüphane memuruna “Tiyatroya gitmek istersen git, ben kütüphaneyi beklerim senin yerine” demiş. Kütüphaneci çok memnun olmuş ve hemen o da koşmuş tiyatroya. Şükrü binlerce kitabı olan kütüphane de derslerine yakın bir çuval dolusu kitabı ayırmış ve dolabına götürüp görevinin başına geri dönmüş. “Kitap alamıyordum, çok işime yaradı o kitaplar. O kitapların sayesinde okulu bitirdim” dedi. Üniversite anılarını anlatırdı zaman zaman. “İri yarı olmamın, Adana’lı olmamın, konuşma tonumun sertliğinin de çok faydasını gördüm. Eğer zayıf olduğunu hissetseler ezerler adamı. Atmışsekiz kuşağı bu. ODTÜ (Orta Doğu Teknik Üniversitesi), Türkiye’de atmış sekiz kuşağının merkezi. Deniz Gezmiş’ler, Hüseyin İnan’lar, Yusuf Aslan’lar, Mahir Çayan’lar, Ulaş Bardakçı’lar. Bunların arasında benim ismimin olmaması için hiçbir neden yoktu. Aslında hiç sevmem ama bende var olduğu zannedilen bir kabadayılık, yokluk, parasızlık bu tür işlere girmem için ortam müsait. Yukarıda isimlerini saydığım devrimciler hep arkadaşlarım. Birlikte toplantılar yapıyoruz. Bir iki ufak eylemin içinde de olduk beraber. Bir defasında Mahir Çayan’ın da içinde olduğu bir grupla İstanbul’a eylem yapmaya gittik. Yaz günü arazide yatıyoruz. Uyurken Mahir’e el hareketi yaptım. Belinden hemen silahı çekti. “Bana bir daha el hareketi yaparsan vururum seni dedi.” Yine bir gece eylem için yaya yol alıyorduk, birden bir kireç çukuruna düştüm. Bu düşmede kolum kırıldı. Ben eyleme katılamadım. Türkiye’de ki eylemler yurt dışından da dikkatle takip ediliyordu. Ziya abim de Almanya’dan takip ediyordu. Bana telefonla ulaşabilirse telefonla, yoksa mektupla “Sakın olaylara girme, sizin düşündüğünüz gibi masum bir olay değil, çok kötü görünüyor olaylar buradan” diyordu. Kolumun kırılması da o günlere denk geldi ve ister istemez eylemlerden uzak kaldım. O dönemi bu şekilde ucuz atlattım. Lafta iyi düşünceler gibi görünüyor da bizim yapımıza ters işlermiş onlar. İyi ki uzak kalmışım. O düşünceleri tasvip etmiyorum şimdi. Ülkeyi bölmeye, parçalamaya götürecek bir düşünceydi. Ben şimdi MHP’nin görüşünü takdir ediyorum. Bizim için en iyisi bu.” “Peki siyasete aktif olarak girmeyi düşünür müsün?” dediğimde ise “Hayır, siyaset bana göre değil; ama, 12 Eylül sonrası oluşturulan Danışma Meclisine çağırdılar gitmedim, pişmanım. Kendim için pişman değilim. Fakat o dönem de Danışma Meclisine girseydim Tapan için çok şeyler yapardım. Çevreme çok faydam olurdu. Ufkunuz açılırdı hepinizin. Ben siyaseti sevmiyorum; Ama yaparsanız destek olurum. 1971 yılında ODTÜ’den mezun oldum. 1974 yılına kadar Ankara İktisadi Ticari İlimler Akademisinde Üretim Planlaması mastırı yaptım. Devlet Yatırım Bankasında bir yıl Yatırım Projeleri Uzmanlığı eğitimi aldım. Ayrıca özel muhasebe kursu aldım. Bu eğitimlerim sırasında bir çok öğrenciye de özel kurslar verdim. Bunlar arasında kardeşlerim, yiğenlerim, kuzenlerim de var. Bir çok seçkin dostlar da edindim bu sayede. -1981 yılında avukat oldum. -Hukuk Fakültesini hangi üniversite de okudunuz? -Ben hiç Hukuk Fakültesi okumadım. Aldığım cevaba çok şaşırmıştım. Bilmiyordum. -Nasıl avukat oldunuz? -ODTÜ’den sonra aldığım Devlet Yatırım Bankası Yatırım Projeleri Uzmanlığı eğitimi sonunda avukat oldum. Doğa Hayranı… Avukatlık mesleğine 1981 yılında Ankara’da başlar. Daha sonra evlilik nedeniyle mesleğini 3-4 yıl Mersin’de sürdürür. Ve nihayet seksenli yılların sonundan itibaren meslek hayatını Adana’da devam ettirir. Büyükşehir Belediye binası yanında Işık Hukuk Bürosu ve ayrıca Ankara’da yine bir Hukuk Bürosu var. Adana’ya dönüşüyle birlikte, özlem duyduğu köyüne de kavuştu. Köyünü çok seviyordu. Doğal yaşamayı, doğayı çok seviyordu. Köyüne farklı bir şeyler yapmak istiyor, insanların bakış açısını değiştirmeyi hedefliyordu. Bu sebeple hafta sonlarında sık sık köye geliyordu. Köyün en büyük üzüm bağı Gosturlu’ya aitti. Rahmetlik annesi (nur içinde yatsın) Fatma Ana (Namı diğer Gostur Ebe) tam bir Anadolu Hanım Ağası idi. Esmer, yanık tenli, eli nasırlı bir kadındı. Namını bırakmıştı köye. Köyde Şükrü Çavuş’tan gelen aileye Gosturlu ve mülkiyetlerine de Gosturlu bağı, Gosturlu bahçesi, Gosturlu tarlası, Gosturlu ineği, Gosturlu eşeği, Gosturlu koyunu, Gosturlu kuzusu, Gosturlu tavuğu vs. denir. Heybetli bir kadındı. Gür sesi ile emirler yağdırırdı etrafına. Herkes çekinirdi ondan. Çok çalışkan bir insandı. Hiç sevmezdi boş durmayı. Baktığı inekler de heybetli idi. O zamanlar köyde küçük küçük yerli inekler olurdu. Ama Gostur Ebe’nin inekleri kocaman kocaman. Üzüm bağları da kocaman olurdu. Bağ kazma zamanı köyün genç insanları günlerce bağ kazardı.  Haftalarca üzüm pekmezi pişirilirdi bağ bozumunda.  Damadı Ahmet Emminin günleri üzüm kesmek, taşımak, tepelemekle geçerdi. Damadına da namını bırakmıştı. Ona da Gostur Ahmet derler köyde; ama eşine bu namını bırakamadı. Ahmet Çavuş, Ahmet Çavuş olarak ebediyete göçtü. Çok iyi bir insandı. Kimse hakkında kötü bir şey düşünmezdi. İnsanları severdi. Yemeyi de yedirmeyi de severdi. Paylaşırdı insanlarla. Çocukları sevindirirdi. Çocukların Giggo (Şişko) Dedesi idi o. Köy camisinin yerini, ormancıların lojmanlarının yerini Ahmet Çavuş vermiş hayrına. Eşe dosta ev yeri, çardak yeri vermiş. Köyde toprak çok değerlidir. Kimseden alamazsın öyle kolay kolay. Büyük insanların işi toprağı bedava gözden çıkarmak. Kolay değil Gostur Ebe’nin yanında Ahmet Çavuş olarak kalmak. O üzüm bağları mı? Yerinde yeller esiyor derler ya. İşte öyle. Gostur Ebe’nin erken vefatıyla harabeye yüz tutmuş üzüm bağları Şükrü Çavuşun torununu bekliyordu. Şükrü’yü bekliyordu. Asmalar, tevekler mahsun  kalmıştı Gostur Ebe’den sonra. Onlarda böyle yaşamak istemiyorlardı. Gitmek istiyorlardı arkasından. Ve Şükrü geldi. Bambaşka hayalleri vardı. Yemyeşil ağaçlarla donatmak istiyordu bağları, bahçeleri ve ekilen tarlaları hep. Çeşit çeşit fidan getirmek istiyor, köyde hiç olmayan meyveleri dikiyordu. Dağlardan kekikler, ada çayları, kaya sarımsakları getirtiyordu. Bizim köyde üzüm ve duttan başka meyve olmaz sanılırdı. Köydeki ceviz ağacı parmakla sayılırdı. Bir de yaban eriği, yaban armudu ve kızılcık kirazı olurdu bağda bahçede. Köyde kavak ağacı dahi çok nadirdi. Tapan, önceleri Nahiye (yani belde) imiş. Tüm Tapan’ı Nahiye Müdürü yönetirmiş. Müdür bakmış köyde hiç meyve ağacı yok, kupkuru. Meyve fidanı getirtip köylülere dağıtmış. Köylüler bu fidanlar olursa bizden fidan vergisi alırlar diye, incir ve üzümü dikmiş ama kaynar su ile sulamış bitmesin diye. Kimileri fidanı tersine sokmuş toprağa; ama inadına biten fidanlar olmuş bunlardan. Ceviz ağaçları, çam ağaçları, sedir ağaçları boy boy olmuştu Şükrü’nün bahçelerinde. Babasından kalan tarlalara amcalarından satın aldıklarını da eklemiş. Toplam 60 dönümlük arazisine 400 ceviz, 25 bin kızılçam, 15 bin sedir, 500 fıstık çamı, 2000 ardıç, 200 andız ağacı dikmiş. Su Hayattır Çok değil bundan yirmi yıl öncesine kadar suyu kuyudan içerdik. Köyde iki elin parmağı kadar kuyu vardı. Yaz aylarında su o kadar azalırdı ki, kuyulara kilit vurulurdu. Kuyu kapakları olur, ona da asma kilit takarlardı. Herkes her istediği kuyudan istediği zaman su alamazdı. Kovalarla, merkeplerle suya gidilirdi kuyulara. Ben hatırlamıyorum Gosturlu’nun Kuyusuna kilit vurulduğunu. Suyu da soğuk ve tatlı olurdu. Şimdi o kuyulardan hala kullanılan 2-3 kuyu var. Ama içme suyu olarak değil de başka amaçlarla kullanılıyor. Kullanılan kuyulardan biri de Gosturlu’nun Kuyusu. Şükrü tulumpa yaptırdı kuyuya fidan dikmeye başlayınca. Neden bilmiyorum, çıkrık tertibatı olmazdı kuyularda. Hep asıla asıla elle çekerdik, elimizi ağrıtırdı ip, dolu kovanın ağırlığından. Kapıkaya yaylasında (mezra) suyu bol olan bir kuyu vardı. Kapızın kuyusu. Bu kuyu için köyün iki mahallesi birbirine düşman oldu. Topallı mahallesi suyu mahallesine getirmek istiyor, Bahçeli (Kertişli) mahallesi de suyun yerinde kalmasını istiyor. Yıllarca mücadele ettiler. Mücadeleyi Bahçeli (Kertişli) kazandı. Topallı mahallesi kuyu suyuna devam! Bahçeli mahallesinin çeşme suyu vardı. Bu da haksızlık. Topallı mahallesi de çeşmeden su içse olmaz mı? Yok hayır, içmesin. Bizim hayvanlarımız içecek bu suyu. Düşünün, aynı köyün iki mahallesi!.. Şükrü de buna kafayı takmıştı. Bu suyu getirteceğim diyordu. Bir gün kuyuyu gezmeye gittik birlikte. Yanımızda Kıvrık Mustafa’da vardı. Kıvrık Mustafa Avukatın ilk bahçıvanı idi. Ziraat danışmanıydı aynı zamanda. Ve mutlu haberler geliyordu Avukat’tan. Topallıya suyu getiriyorum diyor, çocuklar gibi seviniyordu. Köy Hizmetleri yetkililerinin bir davadan işi düşmüş. Şükrü de bu fırsatı değerlendirerek Topallı mahallesine su sözünü almış. Çok kısa bir zamanda da geldiler, ölçümlerini yaptılar ve işe başladılar. İki-üç yüz yıl sonra akarsuya kavuşacaktı Topallı ve Bozgüney mahalleleri. Bir köy çeşmesi Bozgüney de Çatal’a, iki köy çeşmesi de Topallı’ya yapıldı. Bir özel çeşmede Avukat hak etmişti her halde. Artık çeşmeden su içiyorlardı kana kana. Ellerini ip kesmiyordu. Suyun fazlası ile sebze suluyorlardı artık. İlk defa görüyorduk burada yeşil fasülyeyi, bamyayı, patlıcanı. Demek su olunca her yerinde yetişirmiş tüm sebzeler Anadolu’nun.
Benzer Videolar