Atatürk ve Meclis

Atatürk ve Meclis

ABONE OL
Şubat 19, 2023 11:09
Atatürk ve Meclis
0

BEĞENDİM

ABONE OL

“Gün gelecek şimdi hepimizin hayal sandığınız reformları ben gerçekleştireceğim. Mensup olduğum millet bana inanacaktır.” Mustafa Kemal Atatürk

ATATÜRK ve MECLİS

SUNUŞ

Atatürk ve Meclis (özellikle ilk Meclis) ilişkilerini konu alan bu mütevazı inceleme, tarih yazmak ve tarih ölçüsünde hükümler ortaya koymak iddiasını taşımamaktadır. Ancak, ileride bu cidden büyük ve çağ açıcı dönemin objektif tarihinin yazılmasında yararlı olabilecek belge, yaşantı ve izlenimlerini o dönemi yaşamış, başlıca otoritelerini tanımış ve bazılarıyla siyasî hayatta işbirliğinde bulunmuş bir gözlemcinin, o dönem belgelerinden, başta Meclis açık ve gizli oturumların tutanakları ve kişisel izlenimlerimden edindiğim görüşleri kapsamaktadır. Son derece ilginç ve memleketimiz için olduğu kadar, insanlığın kaderinde çığır açmış olan o dönemi yansıtabilmek için şu konuları incelemek gerekir:

A — Türk milletini bir Millî Mücadeleye girişme zorunluluğuna götürmüş olan sebepler;

B — Atatürk’ü bu Millî Mücadelenin önderliğine yüceltmiş olan faktörler;

C — Birinci Meclisin kurulmasına kadar geçen olaylar;

D — Birinci Meclisin yapısı, hüviyeti, önderle işbirliği, yarattığı başlıca eserler;

E — O dönemde yurdun ve dış dünyanın durumu ve koşullan;

F — O dönemin başlıca şahsiyetlerinin kimlikleri (tabiatıyla Atatürk’ün yakın çevre şahsiyetlerine öncelik tanınmıştır).

İddiasız da olsa, böyle bir incelemenin o dönemi yaşamış birisi tarafından yazılmasının başlıca güçlüğü, kişisel görüşlerden mümkün olduğu kadar uzaklaşarak objektif kalabilmektir. Buna çok gayret ettiğimi söyleyebilirim. Bu zorluğa rağmen incelemeyi bir görev yükümlülüğü ile ortaya koymak gereğini duydum. Çünkü o dönemi yaşamış olanlar gün geçtikçe azalmaktadır. Bu nedenle anıların ve gözlemlerin gelecek kuşaklara iletilmesi, görev olarak ortaya çıkmaktadır.

ATATÜRK ve MECLİS

Goethe der ki; “En mutlu insan, ömrünün başıyla sonunu düz bir çizgide birleştirebilendir.” Bu deyime, dünya tarihinin yaratıcı simalarından Atatürk en lâyık olandır. 1923’de gerçekleştirdiği kayıtsız şartsız bağımsız, ilerici millet egemenliği gerçeğini 1907’de aynıyla tasarlamış olduğunu şu belgeden açıklıkla anlıyoruz.

O tarihte Selanik’te tanıdığı bir Türkolog olan Malikof’a şunları söylemiştir.1

“Gün gelecek şimdi hepimizin hayal sandığınız reformları ben gerçekleştireceğim. Mensup olduğum millet bana inanacaktır. Sultanlık kaldırılmalıdır, devletin yapısı mütecanis bir temele dayandırılmalıdır. Din ile devlet birbirinden ayrılmalıdır. Doğu medeniyetinden ayrılıp Batı medeniyetine yönelmek zorundayız. Erkekle kadın arasındaki farkı kaldırmalıyız. Böylece yeni bir toplum düzeni kurmalıyız. Batı uygarlığına girmemizi zorlaştıran yazıyı kaldırmalıyız. Latin alfabesi kabul etmeliyiz. Kıyafetimize kadar her noktada Batıya yönelmeliyiz. Emin olunuz ki bir gün bütün bu hedeflere ulaşacağız.”

Bu tarihten tam bir yıl önce de Mustafa Kemal sınıf arkadaşı Ali Fuat Cebesoy’a ilerde Misâk-ı Millî’de gerçekleştireceği vatan haritasının sınırlarını çizmişti. Mustafa Kemal 1919’da da Erzurum Kongresi günlerinde Mazhar Müfit’e Türkiye’nin bir cumhuriyet olacağını “millî sır olarak” tevdi etmişti.

Bütün bunlar gösteriyordu ki Mustafa Kemal, ömrünün başıyla sonunu hiçbir zikzaka yer vermeden düpedüz bir çizgide birleştirebilmiştir.

Bu olağanüstü görünüş mutlu bir rastlantı mıdır, yoksa yılmaz bir azmin, görülmemiş bir inanç ve gayretin sistemli bir ürünü müdür? Şüphe yok ki, bu ikincisidir. Şimdi bu muazzam eseri yaratmış olan insanın başarısını sağlayan zihnî ve ruhî faktörlere bir göz atalım:

1 — Mustafa Kemal, bir meşruiyetçidir. Ona göre meşruiyetin temeli, millet iradesidir. Bu iradeye dayanmayan her girişim, meşruiyet dışıdır. Onun için gençlik çağından itibaren daima millî iradeye dayanmayı temel hedef olarak almış ve bu iradeyi yansıtmayan her girişimin karşısında yer almıştır. Millî iradeden çok uzaklaşmış olan padişahlık rejimine bu sebepten karşı çıkmış, yine aynı sebeple, platonik de olsa, büyük ve tehlikeli bir maceraya girişen Enver Paşa rejiminin ve İttihat ve Terakki’nin karşısında yer almaktadır.

1919’da Anadolu’ya geçtiği zaman arkasında Çanakkale zaferi vardı ve milletimizin hemen tek ümidiyle Anadolu, kayıtsız şartsız ona bağlanmaya hazırdı ve başlıca askerî güçlerin başında bulunan Karabekir ve Cebesoy da onun emrine girmeye hazırdılar. Fakat o, bu yolu tercih etmedi. Milletimizin bir bölümünü de olsa temsil eden Erzurum Kongresi’ne katıldı ve bu kongreden sonra kurulmuş olan temsil heyetinin başına geçti. Bu, mevzii de olsa, millî iradeye bir dayanıştı. Daha sonra Sivas Kongresi’nin kurduğu Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk temsil heyetinin başına seçildi. Bu artık, bütün memlekete şamil bir millet iradesinin temsili demektir. Ve nihayet o günün en elverişsiz koşulları altında bir Millet Meclisi’nin kurulmasını sağladı. Artık, o, meclisin başkanı olarak, milletin iradesini temsil yetkisini kazandı. Böylece bütün ömrünce meşruiyet ilkesine bağlılığını gösterdi.

2 — Mustafa Kemal’e göre özgürlüğün de eşitliğin de insan haysiyetinin de temel şartı, millî bağımsızlıktı. Yine Mustafa Kemal’e göre bu bağımsızlık “kayıtsız ve şartsız” olmalı yani, sadece belli hudutlar içinde bir siyasî bağımsızlık değil, aynı zamanda adlî, malî, ekonomik ve kültürel, yani “tam bağımsızlık” olmalıydı. Yönettiği millî mücadelenin asıl hedefi buydu.

3 — Mustafa Kemal, büyük bir zamanlama üstadıdır. Hangi hareketi ne zaman ve hangi koşullar altında gerçekleştirdiğini, dört başı mamur bir hesaba dayandırırdı. O, şartların gerçekleşeceği günü ve atmosferi beklemekte görülmemiş bir sabıra sahipti. Bunun sadece bir iki örneğini verelim:

Sivas Kongresi’ne gelen ilk temsilciler arasında bir de, tıbbiyeyi temsil için geldiğini söyleyen genç bir tıbbiyeli vardı. Adı Hikmet’ti. Bu genç, müzakereler esnasında İstanbul’daki padişah ve halifenin hıyanet içinde olduğunu söylemişti. Mustafa Kemal, o zaman bu gencin hareketinden memnun olmadı. Çünkü o, gerçi sultanlığı ve halifeliği kaldırmaya daha 1907’de karar vermişti. Ama Sivas Kongresi günleri bu işin günleri değildi. Çünkü o günlerde henüz padişah ve halifenin memleket birliğini koruyabilecek tek merci olduğuna inanılıyordu. En yakın arkadaşlarından bir kısmı da bu inançtaydı. Eğer kendisi o gün tıbbiyeli gencin dediğine katılsaydı millî birliğin zorunlu olduğu o koşullarda zararlı hatta tehlikeli olabilirdi. Benzeri bir durumla I. Mecliste de karşılaşıldı. Söz alan bazı milletvekilleri padişahlık ve halifelik sorununu ortaya attıkça başkanlık mevkiinde olan Mustafa Kemal, bu sorun üzerinde fazla durulmamasını istemiş ve sağlamıştır. Böylece büyük bir zamanlama ustası olduğunu göstermiştir. Aynı ustalığı eğitim ve öğretimin birleştirilmesi ve medenî kanun devrimlerinde de görmekteyiz. Medreseyle okulu karşı karşıya getirmeye zamanı gelinceye kadar imkân vermemiştir.

4 — Zamanlama üstadı Mustafa Kemal, kendi hayatında, kayıtsız şartsız millî egemenliği sağlamak için gerekli atılımları yapabileceği bir ortam yaratma hususunda öğretmenliğini göstermiştir. Evet kendisinin de bir vesileyle ifade etmiş olduğu gibi, Mustafa Kemal bir öğretmendir. Milletimizin asırlarca içinde alıştığı ve zamanla soysuzlaşan müesseseleri yıkıp yeni, ilerici ve çağdaş müesseseleri kurmak hususunda toplumumuzun hazırlanması gerekiyordu. Mustafa Kemal, bu hazırlığı, bu yetiştirmeyi ideal bir öğretmen olarak gerçekleştirmiştir.

Mustafa Kemal’in eserlerini ve I. Meclisle olan ilişkilerini gereği gibi anlayabilmek için o’nun zihin ve ruh yapısını gözönünde tutmak lâzımdır.

“Toplayıcı bir yalnız adam”. Mustafa Kemal, hele Millî Mücadele önderliğini – âdeta tabiî ve mukadder bir şekilde – üstlendiği gün, tam anlamıyla bir “yalnız adam”dı. Yüklendiği görev – sahip olduğu olanaklarla kıyaslanınca – bir maceraya hem de maceraların en cüretlisine çok benzer. Üstlendiği savaş, âdeta matematiğe, olmazlara karşı bir savaştı.

Gerçi, yiğit, tecrübeli ve fedakâr bir milletin evladıydı ve o, bu milleti çok iyi tanıyordu, ama bütün hesaplar ve olasılıklar o’nun aleyhindeydi. Bir cihan harbinden yeni çıkmış bir milletin taze yaraları hâlâ kanamakta. Maddî her şeyini kaybetmiş, silâhları elinden alınmış, üstelik milyarlarca harp tazminatı ödemeye mahkûm edilmiş, toprakları paylaşılmış. Aldatılmış, ümitleri gasp edilmiş bir toplum, yalnız ve terk edilmiş. Zalim ellerden yaşama şansını bağımsızlığını insan üstü bir güçle söküp almaya mahkûm edildiği, düşmanların tarihin görmediği bir zaferin sahibi. Bütün olanaklar onların elinde!

Bu tablonun karşısındaki adam, üstelik, en güvendiği arkadaşlarının dahi şüpheciliğine maruz. Daha yüzbaşılık döneminden beri “ihtiraslı adam” damgasını taşımakta!

İşte böylece o, bir yalnız adamdır. Bu yalnız adam, tarihin akışını değiştirmek gibi bir görevi yüklenmiştir.

Her yalnız gibi, sürekli bir gurbet içindedir. Ne var ki matematiğe karşı gibi görünen bu adamın bir matematiği vardır: milletini tanımaktadır ve inanmaktadır ki “bir millet topyekûn bağımsız yaşamaya karar verirse o’nun bu iradesini yenmeye dünyanın bütün maddî güçleri yetemez.

İşte bu gizli matematik yalnız Türkiye’nin değil, onun örneğine uyan daha nice “Mazlum milletlerin” kurtuluşuna yol açacaktır

MECLİSİN KURULMASINI HAZIRLAYAN SEBEPLER

Millî Mücadele, Bizde ve Dünyada Antiemperyalizm

Dünyada emperyalizme karşı savaş açmış ilk millet olan Türk milletini, bütün ümitsiz koşullara rağmen millî mücadeleyi açmak zorunda bırakmış olan olay, I. Cihan Harbi’ni kaybetmiş olanlar arasında bulunmamız ve bu yüzden memleketin her şeyinin, bağımsızlığının, hatta varlığının tehlikeye girmiş olmasıdır. Böyle bir yenilgiyle sonuçlanmış olan I. Cihan Harbi’ne niçin girmiştik? Buna bir tek cevap verilebilir. Emperyalizmin yaygın saldırıları karşısında “tek başımıza ayakta duramamak” endişesindeydik. Dönemin Sadrazamı olan Sait Halim Paşa ve onun ardından gelen Talât Paşa bu kanaatlarını açıkça ifade etmişlerdir. Memleket, Balkan Harbin’den yeni çıkmış, bir meşrutiyet inkılâbı geçirmiş ve iyi niyetli fakat ütopik hayaller peşinde olan tecrübesiz ve kendi içinde bölünmüş İttihat ve Terakki’nin yönetimine girmişti. Memleket içinde türlü yetersizlikler yanında imparatorluğumuza şeklen bağlı olan ve başka kültürlere mensup olan toplumlar, devletimiz aleyhine gizli gizli çalışıyordu Bir yandan da memleketin sorunlarını çözmekte acze düşen yöneticiler, ütopyalar peşindeydiler. Bir yanda dünyadaki yüz milyon Türkü birleştirerek büyük bir devlet kurmak, öte yanda hayalî bir İslâm dayanışmasına güvenerek üç yüz milyon Müslümanı Türkiye’nin önderliği altında birleştirme sevdası.

Ufuklar simsiyah kararmıştı. Bir yanda Fransa, İngiltere, ve Rusya’nın kurdukları büyük blok bunun karşısında Almanya’nın önderi olduğu “merkezî devletler” bloku yalnız yaşayamamak endişesini taşıyan Osmanlı İmparatorluğu, bu cephelerden birine katılma zorunluğunu duyuyordu. Fransa, Suriye ve Arabistanı; İngiltere, Musul ve Bağdat’ı; Rusya, Doğudaki illerimizi ele geçirmek peşindeydiler. Böyle bir dönemde Alman diplomasisi daha becerikli ve daha etken davranıyor, nerdeyse bizi bağrına basacak izlenimini uyandırıyordu. Aslında yalnız kalmamak korkusunu taşıyan Osmanlı İmparatorluğu, daha maharetli davranan Alman blokuyla kader birliği etmeyi serlerin ehveni saymıştı. Ne çare ki bu şer de ehven değildi. Almanya da genişlemek, yayılmak peşindeydi. Bunun ilk etabı olarak “Berlin-Bağdad mihveri”ni oluşturmayı plânlamıştı. Fakat başarılı olduğu takdirde plân bununla yetinmeyecekti. Bağdat, Almanlar için bir sıçrama tahtası olacaktı ve İngiliz emperyalizmiyle yarışma, Hindistan üzerinde olacaktı.

Osmanlı İmparatorluğunun kendisine platonik gibi görünmüş olan Alman blokuna yaklaşmasının bir sebebi de politik ve coğrafî kaderde bir ortaklığın mevcut olmasaydı. Biz asırlardan beri Doğudaki büyük tehdidin baskısı altındaydık. Zamanla genişliyen Rusya, Avrupayı ve bu meyanda Almanya’yı tehdit etmeye başlamıştı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun kararında pek göze görünmeyen, fakat nihaî bir rol oynamış olan önemli bir faktör daha vardı: Başta Enver Paşa olduğu halde, İttihat ve Terakki’nin ileri gelenleri Almanyanın yenilmezliğine inanmışlardı.

Hürriyet inkılâbını başarmış olan Türk ordusu, o dönemde siyaset çukuruna saplanmış bulunuyordu. Subaylar askerî görevlerinden ziyade, siyasî partilerde hâkim yerler elde etmeye koyulmuşlardı. Bunların başında gelen Enver Paşa, Harbiye Nazırlığını yani fiilen ordumuzun başkomutanlığını ele geçirmişti. Siyasî nüfuzunu arttırmak ve “Âlem-i İslam” ütopyasında nüfuz kazanmak için bir de halife ve padişah damatlığını elde etmiştir. Böylece fiilen bütün iktidarı elinde toplamıştı. O kadar ki bir emrivaki halinde memleketi Cihan Harbine sokarken ne hükümete ne de İttihat ve Terakki genel merkezine haber vermek lüzumunu duymuştu.

Bütün bu durumları uzaktan gören ve memleketin içine düşmekte olduğu uçurumu anlayan bir kişi vardı: Sofya elçiliğimiz Askerî Ataşesi Yarbay Mustafa Kemal. Mustafa Kemal, başlıca ordular gibi Alman ordusunu da yakından biliyor ve bu ordunun yenilmezliğine inanmıyordu. Üstelik, Fransa ve İngiltere’nin sahip oldukları maddî potansiyeli de çok yakından biliyordu. Onun hesaplarına göre harp Türkiye için daha o günden kaybedilmiş bulunuyordu. Sonraki olaylar gösteriyor ki Mustafa Kemal kaybedileceğine inandığı bu harpten sonra memleketin kaderi üzerinde düşünmeye ve hazırlanmaya, o günden düşünmeye başlamıştır. Bu vahim şartlar altında Türk ordusu, cibiliyetine yakışır bir şekilde 4 sene kahramanca savaştı. Kahramanlığın bu derecesini düşmanlarımız da beklemiyordu. Öyleki bütün kin ve öfkelerine rağmen bu kahramanlığa duydukları hayranlığı ifadeden çekinmiyorlardı. Şüphe yok ki bu kahramanlıklar serisinin başında Çanakkale destanı geliyordu. Bu destanın kahramanı Albay Mustafa Kemal’in, milletin ümidi ve sevgilisi oluşu, o zaferle başlamıştır. Fakat bu münferit zaferlere rağmen, harbin kaderi 1918 yılı başından itibaren belirmeye başlamıştı: Gerçi merkezî devletler hiçbir yerde bir meydan savaşı kaybetmemişlerdi. Fakat hesaba gelmez madde ve silâh üstünlüğü karşısında harbi başaramayan merkezî devletler tükenme haline girmişlerdi. Memleketimiz de bu grubun içindeydi. Nihayet kader, hükmünü icra etmişti ve başta Almanya olarak, merkezî devletler ve en sonra biz mütarekeye talip olmuştuk. Bu karar üzerine Talât Paşa başkanlığındaki kabine istifa etmiş ve yerine İzzet Paşa Kabinesi kurulmuştu.

O günleri Mustafa Kemal’in ağzından dinleyelim :

-“Halep’te bulunduğum günler zarfında memleketin genel durumunu kendi kendime inceledim. Durum, şuydu: Müttefiklerimiz ve biz partiyi kaybetmiştik. Fakat Türkiye için mesele, bütün varlığını kaybetmeye varacak kadar korkunçtu. 0 tarihte düşünülecek şey kaybolduğuna şüphe kalmayan partiyi kazanmak olamazdı. Sadece varlığımızı korumak için en çabuk ve kesin çarelere başvurmakta tereddüt etmemeliydik. Hatta bu uğurda bütün müttefiklerimizden ayrı olarak gerekirse kendimizin vaziyet alması zorunlu olabilirdi. Halbuki, harbi bu neticeye sürükleyen o günkü kabineden böyle bir şey beklemek yersizdi. Derhal bu kabineyi düşürmek, onun yerine benim düşündüğüm tarzda iş görebilir yeni bir kabineyi iktidar mevkiine getirmek gereğine inandım. Şunu da ilave etmeliyim ki tasavvurlarımı tatbik edebilmek için bu yeni kabinede mutlaka bütün ordunun kumandasının bana verilmesi gerektiğine kanaat getirmiş bulunuyordum. Vaziyet buhranlı olduğundan ve alınacak tedbirlerin çok ciddî va acele olması lâzım geldiğinden bu mütalâamı telgrafla padişah Vahdettin’e bildirdim. Yeni kabine için sadrazam olarak İzzet Paşayı, Nezaretlere de başka arkadaşların isimlerini tavsiye ettim. Aynı telgrafla kendimin de kabinede Harbiye Nazın olarak bulundurulmaklığımı, çok samimî bir dille istedim.

Çok geçmedi, Talât Paşa kabinesi istifa etti; İzzet Paşa’nın reisliğinde yeni kabine kuruldu. Bu teşekkülün benim telgrafımla ilgili olup olmadığı hakkında birşey diyemem, ancak tavsiye ettiğim arkadaşların önemlileri kabineye girmişlerdi. Teni kabinenin kuruluşundan sonra sadrazam paşadan aldığım telgraf hatırımda kaldığına göre şu cümleyle bitiyordu: “Barıştan sonra bize katılmanız Tanrı ‘dan umulur.” Bir telgrafla verdiğim cevapta şunları anlatmaya çalıştım: Ben barışın çabuk gelmeyeceğini, sulha kadar çok buhranlı ve mühim durumlar karşısında kalacağımızı ve bu zorluklar içinde vatanıma çok hizmetler yapmak kabil olduğunu bildiğim içindir ki Harbiye Nezareti makamını istemiştim. Yoksa sulha erişildikten sonra Harbiye Nezareti vazifelerini benden çok mükemmel ifa edecek kıymetli zatlar bulunduğunu bildirdim.”

Bir rivayete göre İzzet Paşa, padişahla kendi arasına kimsenin girmesini istemediğinden Mustafa Kemal’i kabinesine almamıştı sadece kendisini büsbütün gücendirmemek için “Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı’na” tayin etmişti. O günlerde başkomutan vekili olan Enver Paşa şunu söylemişti: “Kuvvetli bir kabine lâzımdır. Orduyu Mustafa Kemal Paşadan başkası idare edemez.”

Bitmiş tükenmiş olan ve ancak olağanüstü ve insanüstü bir güç toparlanması ile kurtarılabilecek olan memleketin durumunda İzzet Paşa’nın yapabileceği fazla birşey yoktu. Tek ümit olarak Wilson’un o tarihlerde ilân ettiği ve insaniyetçi bir eda taşıyan 14 maddelik programına güveniliyordu. Bu programın özellikle 13. maddesi Osmanlı İmparatorluğu’nu ilgilendiriyordu.

Bumaddenin şekli şöyleydi.:“Şimdilik Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olan kısımlarına katı bir hâkimiyet hakkı verilmesi fakat bugün Türk boyunduruğunda bulunan diğer milliyetlere tam bir güven içinde kalmaları ve zahmetsiz olarak gelişmeleri imkânının güvence altına alınması, Çanakkale Boğazı’nın milletlerarası güvence altında bütün milletlerin ticaret gemilerinin serbestçe geçmeleri için açık kalması.”

Rauf Bey’in başkanlığında mütareke müzakerelerine gönderilen heyete hükümetçe verilen direktifin esası da buydu. Şu var ki İngilizler bundan çok daha ağır şartlar ileri sürerek direniyorlardı. Osmanlı İmparatorluğu’nun harbe devam edemeyeceğinden emindiler. Böylece Mondros’ta mütareke imzalandı. Bu mütarekenin en vahim şartı şuydu: “Müttefikler kendilerinin güvenliği bakımından lüzumlu görecekleri topraklarımıza asker çıkarabileceklerdi.” Bu vahim şartın felâketli uygulaması az sonra başladı. İstanbul işgal edildi ve 15 Mayıs 1919’da İzmir Yunanlılara peşkeş çekildi. Böylece memleketin yalnız bağımsızlığı değil, varlığı da tehlikeye atılmış oluyordu. Binlerce yıllık tarihinde esir yaşamamış olan bir milletin bu koşullar altında verebileceği tek karar vardı. “Ya bağımsızlık ya ölüm”, işte Türk milletini, tarife sığmaz menfi koşullar altında galip devletlere karşı bir millî cihat kararına götürmüş olan budur.

MECLİS KURULUNCAYA KADAR DÜŞÜNCE GRUPLARI VE MOTİFLERİ

Dört yıllık cihan harbi sonunda milletimiz, tam anlamıyla bitkindi. Bütün kaynaklarımız tükenmişti, milyonu aşan şehit vermiştik, evlerine dönebilenlerin çoğu da hasta, sakat, yaralı ve daha fenası ümitsizdi. İşte bu tablo içinde birtakım düşünce odakları ortaya çıkmıştı. Bunların çoğunu hıyanetten ziyade aczde aramamız gerekir. “Denize düşen yılana sarılır.” Çare arayanların düşüncelerini şu gruplarda toplayabiliriz.

1 — Kaderciler : Bunlara göre “İlâhî takdir” böyleymiş, buna karşı durulamazdı. Çektiklerimiz yolsuzluklarımızdan geliyor. Şimdi teslimiyetle kadere boyun eymeliyiz.

2 — İslâmî-Doğuya yönelik ütopik ümit odakları : Bunlara göre biz yenilmiştik ama, dünyadaki üç yüz milyon Müslüman bizi desteklemekteydi. Bir teselliden ileriye geçmeyen bu ümidi taşıyanlar şunu unutuyorlardı ki İslâm âlemi denen ülkelerin bir kısmı bizden sökülüp bağımsızlıklarına kavuşmak istiyorlardı. Hatta şu amaçla Hicaz’da, Suriye’de ordumuzu arkadan hançerleyenler çıkmıştı. Bu İslamcı grubun bir kısmına göre, zaten çektiklerimiz Batı denen Hıristiyan âlemine yönelmemizden geliyordu. Şimdi yolumuzu düzeltmek, Doğu alemiyle sıkı bir işbirliğine girişmek lâzımdır. Bu vesileyle hatırlamalıyız ki, çağdaşlaşmamızı bir asır geri bırakmış olan bu Batı aleyhtarlığı çok tehlikeli bir peşin hükme dayanmaktadır. Bunlara göre Batıya yönelmek batağa gitmekti; ve bu hareket “bizi, biz olmaktan çıkaracaktı.” Bu düşünceyi bir kısım yüksek mevkilere gelmiş şahsiyetlerde de görmüşüzdür. I. Meclisteki mücadelelerin bir kısmı bu motiften doğuyordu. Oysa Batılılaşma sadece çağdaşlaşma demektir ve biz yaşayabilmek için Batılılaşmaya mecburuz. Bu fikre karşı olanlar Batı’nın, Fransa veya Almanya’nın tekelinde olduğunu sanmaktadırlar. Oysa Batı dünya görüşü, şu dört unsurun toplamından ibarettir.

a) Başta “greko-latin” olmak üzere kadim kültürlerin rüsûbu,

b) Rönesans hareketi,

c) Büyük Fransız İhtilâli,

d) Müspet İlimler.

İşte biz yaşayabilmek için bu dünya görüşünü benimsemek ve böylece çağdaşlaşmak zorundaydık. Bu fikri bütün kesinliğiyle Mustafa Kemal temsil ediyordu.

3 — Türkiye’nin çökemeyeceğini Kuran’da bulduklarını sananlar. Bunlar diyorlar ki Kuran’da Tanrı İslâmiyeti koruyacağını bildirmektedir. Bu koruma görevinde tek bağımsız Müslüman memleket, Türkiye’dir, şu halde Allah kelâmına göre Türkiye batamaz, çökemezdi.

4 — Siyasetçiler grubu : Silâhımız elimizden alınmış, ordularımız dağıtılmıştı. Artık askerî bir direniş düşünülmezdi. Şu halde ne yapmalıydı? Onlar diyorlardı ki “siyaset yapalım”. Bunlara göre düşmanlarımızın aralarını açmalıydı. Bu maksatla bazılarına tavizler vermeliydik ve karşımızdakileri birbirine düşman etmeliydik. Bunun adına “siyaset yapmak” diyorlardı.

5 — Dıştan korumacı arayanlar : O günkü koşullara göre kendi başımıza yaşayamazdık. Maddî imkânlar tükenmişti, yaşasak bile iç ihtilâflarbizi çökertirdi. Şu halde dıştan bir koruyucu ve ıslahatçı aramalıydık.

6 — Mandacılar : Bir dış devletin himayesine sığınmak lâzımdı. Bu düşüncede olanların kimisi, İngiliz mandasını, kimisi de Amerika mandasını istiyordu.

7 — Nihayet yer yer millî haysiyeti koruma grupları teşekkül etmeğe başlıyordu. Bunlar mevziî de olsalar, bir canlılık alâmetiydi, bir ümit ışığıydı, yaşama iradesiydi. İşte o günlerde memleketin moral tablosu aşağı yukarı bundan ibaretti.

Şimdi mütarekeden, meclisin açılışına kadar olan olaylara topluca bir göz atalım.

O günlerde Yıldırım Orduları Kumandanı olan Alman Generali Liman von Şanders görevini şu mektupla Mustafa Kemal’e devrediyor:

“Ekselans, siz harp cephelerinde. Arıburnunda, Anafartalarda çok yakından tanıdığım kumandansınız- Aramızda belki bazı olaylar geçmiştir. Fakat bunlar bizi birbirimize daha iyi tanıtmış oldular. Kalben dost olduğumuzu sanıyorum. Bugün Türkiye’yi terke zorlanırken, emrim altındaki orduları Türkiye’ye geldiğim zamandan beri takdir ettiğim bir kumandana tevdî ediyorum. İçinde bulunduğumuz genel felâket içinde bedbahtlık duymamak mümkün değildir. Ben yalnız bir şeyle teselli buluyorum: Kumandayı size emanet etmek. Bu dakikadan itibaren emir sizindir.

“Yıldırım Orduları Komutanlığını devralan Mustafa Kemal o gün şunları söylemişti :

“Yüce Osmanlı Devleti bu mütarekeyle kendisini kayıtsız şartsız düşmanlara teslim etmiştir. Ben yapılan mütarekenin sakatlığını gördüm, bu sakat noktaların düzeltilmesine çalışmak lüzumuna inanarak ilgili makamlara bildirdim. Mütareke metni olduğu gibi uygulandığı takdirde, memleketin baştan sonuna kadar işgal ve istilâya maruz olduğu kanaatini bildirdim.”

Şimdi sırasıyla o günlerin olaylarına bir göz atalım;2

5 Kasım 1918’de Kars’ta düşman işgalini önlemek üzere bir “Kars Millî İslâm Şurası” kuruluyor.

6 Kasım 1918’de Mustafa Kemal İskenderun ‘a çıkacak düşmana ateş edilmesiemrini veriyor.

20 Kasım 1918: İstanbul’da “Osmanlı Sulh ve Selâmet Fırkası” adıyla bir parti kuruluyor. Bu partinin programı pasif direnmedir.

20 Kasım 1918: “Milli Kongre” namıyla bir kuruluş meydana geliyor.

1 Aralık 1918: İzmir’de “İzmir Müdafaa-i Hukuk-u Osmaniye Cemiyeti” kuruluyor.

2 Aralık 1918: Edirne’de “Trakya-Paşaeli Müdafaa Heyet-i Osmaniyesi” derneği kuruluyor.

4 Aralık 1918’de İstanbul’da “Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti” kuruluyor. (Bu kuruluş, Erzurum Kongresi’nin çekirdeğini teşkil eder.)

Aynı gün “Wilson Prensipleri Cemiyeti” bir mektup yayınlıyor. Bu mektupta Türk çoğunluğunun oturduğu yerlerin işgal edilmemesi ileri sürülüyor.

10 Aralık 1918’de Trabzon’da Millî Mücadeleyi destekleyen “İstikbal Gazetesi” çıkmaya başlıyor.

21 Aralık 1918’de “Kilikyalılar Cemiyeti” kuruluyor.

28 Aralık 1918’de Kâzım Karabekir Paşa Tekirdağından 14. Kolordu Kumandanlığına getiriliyor.

29 Aralık 1918’de İsmet Bey “Sulh Hazırlıkları Komisyonuna” tayin ediliyor.

8 Şubat 1919’da General Franş Despere adındaki bir çılgın Fransız, kahraman rolüne çıkarak beyaz bir at üstünde İstanbul’da gösteriş yapıyor. Türkler kan ağlıyor. Ertesi gün Süleyman Nazif, Hadisat Gazetesin’de “Kara Bir Gün” başlığı altındaki yazısında şiddetli bir tepki gösteriyor.

12 Şubat 1919 : Trabzon’da Muhafaza-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti” kuruluyor ve bu dernek 23 Şubat’ta ilk kongresini yapıyor. 25 Şubat 1919 : Tokat’ta “Tokat Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti” kuruluyor.

26 Şubat 1919 : Boghos Nubar Paşa müttefiklere başvurarak İzmir’i istiyor.

3 Mart 1919 : “Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti” kuruluyor.

6 Mart 1919 : İstanbul’da “Vahdet-i Milliye Heyeti (Cemiyeti)” kuruluyor.

9 Mart 1919: Erzurum Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin beyannamesi yayayımlanıyor. Bu beyannamede şu tarihî cümle yer alıyor:

“Bu toprakların gerçek sahiplerinin kim olduğunu memleketin her tarafında görünen minareler, kümbetler gibi dinî ve millî anıtlar açık bir dille gösteriyorlar”.

10 Mart 1919: İstanbul’da Sait Halim Paşa, Musa Kâzım, Menemenli Rifat, Halil Menteşe, Fethi Bey, Ahmet Ağaoğlu tutuklanıyor.

7 Nisan 1919 : Fransızlar Beyazıt’taki Askerî Misafirhaneyi işgal ediyorlar. Çarpışmada şehitler veriyoruz.

9 Nisan 1919: Karabekir Paşa Erzurum’da 15. Kolordu Komutanlığına atanıyor.

13 Nisan 1919: İngilizler Kars’ı işgal ediyor.

16 Nisan 1919: Fransızlar Afyon’u işgal ediyor.

24 Nisan 1919 : İtalyanlar Konya’yı işgal ediyor.

29 Nisan 1919 : Harbiye Nazırı Şakir Paşa Mustafa Kemal’i çağırarak, Türklerin Rumlara yaptığı baskıyı yerinde incelemek üzere Karadeniz bölgesine müfettiş olarak gönderileceğini bildiriyor. Bu hayırlı haber, Mustafa Kemal’in günlerden beri beklediği bir gelişmedir. O Millî Mücadelenin liderliğini üstlenmeye kararlıdır. Şimdi eline bir kanunî fırsat da geçmektedir. Bu tayin biraz da o’nun İstanbul’da kalmasından çekinenlerin eseridir. Ama Mustafa Kemal, umduğuna kavuşmuştur. Bu tayin kararı 30 Nisan 1919’da padişah tarafından onaylanıyor. Artık onun yeni unvanı “9. Ordu Kıtaları Müfettişi”dir. Mustafa Kemal bu tayin kararnamesine kendi karan yönünden bir cümle koydurmaya muvaffak olmuştur: Sadece 9. Ordu Kıtalarını değil, civar vilâyetlerdeki askerî birliklere ve mülkî amirlere emirler verebilecektir. Aynı gün İngilizler Kars’a birçok Ermeni getirerek bölgenin idaresini onlara veriyor. 2 Mayıs 1919 : İngiliz ve Fransız Başbakanları, İzmir’i işgal ettirmek üzere görüşmelere başlıyorlar.

9 Mayıs 1919 : İstanbul Patriği, Rumların Osmanlı Hükümetiyle ilişkilerini kestiklerini ve Türk uyruğundan çıktıklarını açıklıyor.

11 Mayıs 1919 : Mustafa Kemal, yeni görev bölgesindeki valilere oralardaki eşkıyaların miktarı hakkında soru soruyor.

11 Mayıs 1919 : İtalyanlar Marmaris ve Bodrumu işgal ediyorlar.

13 Mayıs 1919: İzmir’e çıkacak Yunan kıtaları gemilere bindiriliyor, kıta komutanı o günkü bildirisinde şunu diyor: “Esaret altında yaşayan kardeşlerimizi kurtarmaya gidiyoruz”. “Aynı gün, Venizelos, İzmir’in işgal edildiğine dair bildirisini bir kilisede okuyor.”

14 Mayıs 1919 : Foça ve Urla istihkâmları Yunan ve İngiliz kıtaları tarafından işgal ediliyor. Aynı gün İzmir’de “Redd-i İlhak Heyet-i Milliyesi” kuruluyor. İlk beyannamesi şöyle:

“Ey talihsiz Türk! Wilson prensipleri bahanesiyle senin hakkım elinden alıyorlar ve namusunu kirletiyorlar. Güya burada çok Rum varmış ve güya Türkler Yunanlıların gelişini sevinçle karşılamışlar, şimdi sana soruyorum. Burada Rum senden fazla mıdır? Yunan egemenliğini kabul ediyor musun? Artık kendini göster, maşatlıkta toplanalım. “O akşam İzmir’de muhteşem bir miting yapılıyor.

16 Mayıs 1919 : Mustafa Kemal Bandırma vapuruyla İstanbul’dan yola çıkıyor.

17 Mayıs 1919 : Mustafa Kemal İnebolu’ya varıyor.

18 Mayıs 1919 : Sinop’a varıyor.

19 Mayıs 1919 : Mustafa Kemal Samsun’a ayak basıyor. Bu tarih millî kurtuluşun başlangıcı, Dünya’nın “mazlum milletlerine” özgürlük güneşinin ufuklarda belirdiği bir çağın başlangıcıdır.

20 Mayıs 1919 : Mustafa Kemal, sadrazama şu telgrafı çekiyor: “İzmir’in işgali, yakından temasta bulunduğum milleti ve orduyu tasavvur edilemiyecek şekilde yaralamıştır. Ne millet ne de ordu, varlığına karşı yapılan bu saldırıyı kabul etmiyecektir.”

21 Mayıs 1919 : Mustafa Kemal Genelkurmay Başkanlığı’na şu telgrafı çekiyor : “Mütarekeden sonra bütün Rumlar Yunanlılık emeliyle her taraftan şımardığı gibi bu bölgede de Pontus Hükûmeti’ni kurmak gibi bir safsata etrafında toplanmış ve tekmil Rum çeteleri siyasî bir şekle dönüşmüştür.”

Mustafa Kemal aynı gün Kâzım Karabekir’e şu telgrafı çekiyor: “Genel durumumuzun almakta olduğu vahim şekilden çok üzgünüm, millete ve memlekete borçlu olduğumuz ve son vicdanî görevi yakından ve ortak çalışmayla yerine getirme düşüncesiyle bu son memuriyeti kabul ettim. Bir an önce zatıâlinize kavuşmak arzusundayım.”

22 Mayıs 1919 : Mustafa Kemal, Başbakanlığa şunu yazıyor : “Millet tekvücut olup millî hâkimiyet esasını ve Türklük duygusunu amaç edinmiştir.”

23 Mayıs 1919 : Sultanahmet’te iki yüz bin kişinin katıldığı bir miting yapılıyor.

21 Haziran 1919 : Amasya Genelgesi hazırlanıyor. Bu vesikada Mustafa Kemal’in yanında Ali Fuat Paşa, Rauf Bey ve Refet Bey’in imzaları bulunuyor.

22 Haziran 1919 : Mustafa Kemal Amasya’dan mülkî ve askerî makamlara şu genelgeyi yolluyor : “Vatanın bütünlüğü, milletin bağımsızlığı tehlikededir. Milletin bağımsızlığını yine milletin azmi ve karan kurtaracaktır. Sivas’ta bir millî kongrenin acele toplanması kararlaştırılmıştır. Bunun için bütün vilâyetlerin her livasından, milletin güvenine mazhar üçer delegenin mümkün olan süratle yola çıkarılması icap ediyor. Her ihtimale karşı durumun bir millî sır halinde tutulması lâzımdır.”

Aynı gün Karabekir Paşa Harbiye Nezareti’ne bu telgrafı çekiyor : “Mustafa Kemal Paşa’nın müfettişlikten alınması tehlike olacaktır.”

23 Haziran 1919 : Mustafa Kemal, Karabekir Paşa’ya şunu bildiriyor: “İstanbul’da millî bağımsızlığın zevkinden yoksun bazılarının İngiliz esaretine girmekte sakınca görmedikleri anlaşılıyor. Onun için Anadolu’dan çıkacak sadanın etrafında olan bizler için bu millî vazifenin kutsal olduğu kanaati bir kere daha doğrulanıyor.”

Aynı gün İstanbul’da Bakanlar Kurulu şu kararı alıyor : “Mustafa Kemal Paşa ‘nın azledilerek hiçbir resmî sıfatı kalmamış olduğundan, tebliğlerinin resmî bir mahiyeti haiz olmadığının gerekenlere bildirilmesi kararlaştırılmıştır.”

6 Haziran 1919 : Mustafa Kemal Tokat’ta konuşmalarıyla Millî Mücadelenin gereğini anlatıyor. Oysa aynı gün Dahiliye Nazırı Ali Kemal şu bildiriyi yayınlıyor: Millî ordu hazırlamak ve millî müdafaa girişimlerinde bulunmak felâkettir.”27 Haziran 1919 : Konya’da bulunan Ordu Müfettişi Cemal Paşa, Mustafa Kemal’e katılıyor ve şöyle diyor: “Bütün düşüncelerinize ve girişimlerinize katılıyorum.”

Aynı gün Ali Fuat Cebesoy şu bildiriyi yayınlıyor : “İcabında mevki ve memuriyetinden ayrılarak bir millet ferdi olarak mübarek vatan ve mukaddes milletim uğrunda çalışmaya devam edeceğimi alenen taahhüt ediyorum. “ 30 Haziran 1919 : Millî Milis Kuvvetlerimiz Aydın’ı geri alıyor.

3 Temmuz 1919 : Mustafa Kemal, yanında Rauf Bey olduğu halde Erzurum’a varıyor ve halk tarafından sevgiyle karşılanıyor.

3 Temmuz 1919 : O günlerde İstanbul Hükümeti Millî Mücadele kahramanlarını “İttihatçı artığı” olarak gösteriyor ve bunların seferberlik yetkisi olmadığını bildiriyor.

Buna karşı Karabekir Paşa şu genelgeyi yayınlar : “Doğu’nun savunmasından ben sorumluyum, kanun bana, tehlike anında seferberlik ilân etmek yetkisini vermiştir. Kim olursa olsun, seferberlik emirlerine uymazsa harp divanına veririm.”

6 Temmuz 1919 : İstanbul Hükûmeti’nin geri gelmesi hakkındaki emrine Mustafa Kemal’in cevabı “Doğu illeri halkı arasından çıkıp gelmek hususundaki teklifinizi yerine getirmeden şahsî irademi kullanmayı manen ve maddeden memnu bulunuyorum.”

9 Temmuz 1919 : Mustafa Kemal, padişaha askerlikten istifa ettiğini bildiriyor ve millete yayınlıyor! “Bundan sonra kutsal millî gayemiz için her türlü fedakârlıkla çalışmak üzere, milletin göğsünde bir mücahit fert olarak bulunmakta olduğumu arz ve ilân ederim “.

Aynı gün Rauf Bey şu genelgeyi yayımladı : “Hakkım, toprağını istiklâlini, korumaya azmeyleyen millî irade uğrunda, âciz bir fert sıfatıyla İstanbul’dan çıktım. Mustafa Kemal Pasa hazretleriyle fikir arkadaşlarının millî cihadına katılıyorum. Mustafa Kemal Paşayla beraber sonuna kadar çalışmaya mukaddesatım üzerine yemin ettiğimi ilân ederim.

9 Temmuz günü şu tarihî sahne cereyan ediyor:

Karabekir Paşa, Mustafa Kemal’i ziyareti sırasında hazırol vaziyette durarak şunu söylüyor! “Ben ve kolordum emrinizdeyiz- Bundan sonra da ne emirleriniz olursa ifayı şeref bilirim. “

13 Temmuz 1919 : Karabekir, Mustafa Kemal’e şu telgrafı çekiyor: “Hizmetleri ve fedakârlığı bütün cihanca kabul edilmiş olan ve ordu ve milletin övünme sebebi bulunan zâtı samilerinin istifaya mecburiyetlerinden dolayı şahsım ve kolordum son derece müteessirdir. Yalnız kutsal millî gayemiz için savaşmaktan hiçbir an geri durulmayacağı hakkındaki vaadinizle müteselli olduğumuzu arz ile vatan ve milletimiz için her türlü mesaide Cenab-ı Hakkın başarılar ihsan buyurmasını diler ve kolordumun saygılarını sunarım.”

14 Temmuz 1919 : Erzurum’da yayınlanan “Al bayrak” gazetesi şunuyazıyor : “Mustafa Kemal Paşa’nın Kumandanlık’tan istifası, bir azim ve iman vesikasıdır. Millette, henüz eski kanın sönmemiş olduğunu gösterir muazzam bir delildir. “

20 Temmuz 1919 : Mazhar Müfit, Mustafa Kemal’e soruyor:

—”Muvaffakiyet takdirinde, hükümet sekli ne olacak?”

—”Mustafa Kemal’in cevabı “Açıkça söyleyeyim zamanı gelince hükümet sekli, cumhuriyet olacaktır.” 22 Temmuz 1919 : Mustafa Kemal’in, İstanbul’da, Harbiye Nazırı Nazım Paşa’ya telgrafı: “Siz ve arkadaşlarınız yerlerinizi namus erbabına ne kadar çabuk bırakırsanız belki, o ölçüde milletin bağışına mazhar olursunuz. 22 Temmuz 1919: İstanbul’da, İngiliz ve Fransız yüksek komiserlerinin karan : “Mütareke tam uygulanacak, meşru olan Padişah desteklenecek ve her çeşit bağımsızlığa karşı konulacaktır.”

1 Ağustos 1919 : Karabekir Paşa’nın Harbiye Nazırı’na cevabı : “Mustafa Kemal gibi memlekette namusu ve güzide hizmetleriyle tanınmış ve daha 20 gün önce memleketin yarısına kumanda etmiş bir zatın tevkifine kanunî bir sebep olmayacağını ve böyle bir tevkifin halk ve ordu gözünde iyi sayılmayacağı cihetle Mustafa Kemal Paşa ‘nın tevkifine hâl ve vaziyetin müsait olmadığını arz eylerim.”

5 Ağustos 1919 : Karabekir Paşa’nın Harbiye Nazırı’na telgrafı; “Erzurum Kongresi’nde siyasî veya şahsî hiçbir tesirin mevcut olmadığı kesinlikle anlaşılmıştır. Endişe-i namus ve hayattan doğan millî cereyan galeyan halinde olup teskini için, biricik çare, Millet Meclisi’nin derhal toplanmasıdır. Bu olmadığı takdirde millî olayların kendiliğinden bu amaca varacağını arz ederim.”

7 Ağustos 1919 : Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi bittiği gün Mazhar Müfit’in hatıra defterine yazdırdıkları : Zaferden sonra hükümet şekli Cumhuriyet olacaktır. Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince icap eden muamele yapılacaktır. Kadınların örtünmesi kalkacaktır, fes kalkacaktır. Medenî milletler gibi şapka giyilecektir. * 10 Ağustos 1919 : Halide Hanım’ın, Mustafa Kemal’e mektubu : “Davamızda yardımcı olabilmesi için bölünme ve yok olma korkusu karşısında kendimizi Amerika’ya müracaata mecbur görüyoruz.”

27 Ağustos 1919 : Mustafa Kemal’in o gün arkadaşlarına söyledikleri : “İstanbul, bir Amerikan mandasıdır tutturmuş gidiyor. Bu olmayacaktır. Türkiye tam bağımsızlığa sahip olacaktır. Bu gafiller sanıyorlar ki istenen mandada egemenliğimize ve vatan bütünlüğümüze dokunulmayacakmış. Böylesine Amerikalılar değil çocuklar bile güler. Hayır beyler hayır, manda yok. “Ta istiklâl ya ölüm var!”

2 Eylül 1919 : Mustafa Kemal, Sivas’a geliyor.

3 Eylül 1919 : Mustafa Kemal’in, Ali Fuat Paşa’ya telgrafı : “Kumandayı katiyyen bırakmayınız.”

9 Eylül 1919 : Ali Fuat Paşa’nın, Sivas Kongresi kararıyla “Garbî Anadolu, Umum Kuva-yi Milliye Kumadanlığı”na tayini.

26 Eylül 1919 : Konya valisinin kaçması üzerine Konya halkı toplanarak Vehbi Hoca’yı, vali vekili seçiyorlar.

27 Eylül 1919 : Asiler I. Bozkır ayaklanmasını yapıyorlar.

6 Ekim 1919 : Yunus Nadi Bey, Harbiye Nazırı Cemal Paşa’nın teklifiyle Mustafa Kemal’le telgraf görüşmesi yapıyor. Maksat, millî heyetle (Heyet-i Temsiliye) İstanbul’u anlaştırmak.

7 Ekim 1919 : Harbiye Nazın Cemal Paşa’nın, Mustafa Kemal’e telgrafı: “Kabine sizinle aynı fikirde, millî iradenin hâkimiyetini kabul eder. Hükümet, harice karşı millî iradeye ve temsil heyetine dayanacaktır.”

16 Ekim 1919 : Mustafa Kemal Paşa’nın Temsil Heyeti üyeleriyle beraber Amasya’ya gelmesi.

20 Ekim 1919 : 2. Bozkır isyanı

22 Ekim 1919 : Amasya görüşmelerinin sona ermesi ve 5 adet protokolün imzalanması.

24 Ekim 1919 : Mustafa Kemal, Ruşen Eşrefe şu demeci veriyor : “Dünya, milletimizin hayatına ya hürmet edip, onun birlik ve bağımsızlığını tasdik edecek ya da son topraklarımızı, son insanlarımızın kanıyla suladıktan sonra bütün bir milletin ölüsü üstünde redolunmuş istilâ hırsını tatmin etmek mecburiyetinde kalacaktır. “

15 Mart 1920 : İstanbul’da 150 Türk aydının tutuklanması.

16 Mart 1920 : İngiltere, Fransa ve İtalya Yüksek komiserlerin ortak bildirileriyle İstanbul’un askerî işgal altına alınacağı tebliğ ediliyor.

Aynı gün Şehzadebaşı Karakolunda 6 erimiz şehit ediliyor, 15 erimiz yaralanıyor. Manastırlı Hamdi Efendi adında bir telgrafçı İstanbul’un işgal edildiğini Mustafa Kemal’e bildiriyor. O gün bu işgale karşı Mustafa Kemal’in yabancı devletlere gönderdiği protesto “ Osmanlı milletinin siyasî egemenliğine ve özgürlüğüne indirilen bu son darbe, hayatını ne pahasına olursa olsun savunmaya azmetmiş olan biz Osmanlılardan ziyade XX. medeniyet asrının kutsal saydığı bütün esaslara özgürlük, milliyet, vatan duyguları gibi bugünün insan toplumuna esas olan bütün ilkelere ve bunları oluşturan insanlığın umumî vicdanına yöneliktir.

O gün Mustafa Kemal Paşa, millete şu bildiriyi yayınlıyor “Bugün İstanbul’u zorla işgal etmek suretiyle Osmanlı Devleti’nin 100 yıllık hayat ve egemenliğine son verildi. Yani Türk milleti, medenî kabiliyetinin, yaşama ve bağımsızlık hakkının savunmasına davet edildi.”

18 Mart 1920 : Millet Meclisi son toplantısını yapıyor. Yunus Nadi’nin çıkardığı “Yeni Gün” gazetesinin, matbaası İngilizler tarafından basılıyor.

19 Mart 1920 : Mustafa Kemal, Ankara’da bir Meclis toplanması yolunda acele seçim yapılması için vilâyetlere ve komutanlara genelge yolluyor.

20 Mart 1920 : İsmet Paşa, İstanbul’dan tekrar Ankara’ya dönüyor.

27 Mart 1920 : İngilizler, Ali Sait Paşa, Süleyman Nazif, Ebüzziya, Celâl Nuri, Ali Çetinkaya, Ahmet Emin’i Malta’ya sürüyorlar.

6 Nisan 1920 : Ankara’da, “Anadolu Ajansı” kuruluyor.

10 Nisan 1920 : Ankara Müftüsü Rıfat Efendi, Dürrizadenin fetvasına aksi fetva veriyor.

21 Nisan 1920 : Mustafa Kemal vilayetlere Meclis’in 23 Nisan’da toplanacağını bildiriyor.

23 Nisan 1920 : Ankara’da T.B.M.M. açılıyor.

BİRİNCİ MECLİSİN YAPISI

23 Nisan 1920’de toplanmış olan Birinci Meclis, son Osmanlı Meclisi’nin dağılması üzerine Ankara’ya katılımlarla yeni seçilip gelenlerden kurulmuştu. Bu seçim formalite bakımından demokratik ve nizamî değildi. Fakat halkın güven ve sevgisini kazanmış ve her fedakârlığa hazır vatanseverlerden kurulmuştu. Onları birleştiren tek fikir memleketin istilâdan kurtarılmasıydı. Meclisin terkibine bakarsak okumuş kişiler eşraf sınıfı ve ilmiye mensuplarının çoğunlukta olduğu görülür. Okumuş grupta akademik öğretim görmüş olanlar azınlıktaydı, hatta parmakla gösterilecek kadar azdır. Bunlar harbiye, mülkiye ve pekaz sayıda tıbbiyelidir. Fakat kendi kendini yetiştirmişler çoğunluktaydı. Bunlar için meclis bir aktif rolünü oynamıştır: Atatürk’ün baş öğretmen olduğu bir okul!

Bu meclis yaşamından sonra içlerinden yüksek düzeyde fikir adamlarının ortaya çıktığı görülmüştür.

Menşe ne olursa olsun bu meclisin üyeleri tarihî görevlerini kahramanlıkla yerine getirmişlerdir.

Şimdi Meclisteki meslek gruplarını analım :

İlmiye Sınıfı

Abdullah Faik Çopurlu

Mehmet Hamdi İzgi

Ali Rıza Özdarende

Hacı Atıf

Hacı Mustafa Beyman

Şemsettin Bayramoğlu

Ahmet Şükrü

Yavuz Yılmaz

Esat İleri

Ahmet Fevzi Erdem

Ahmet Nuri

Ali Rıza Acara

Abdullah Sabri Aytaç

Halil Hulusi Ermiş

Mustafa Fehmi Gerçeker

Şeyh Servet Akdağ

Said Üçok

Tahir Âşık Musuloğlu

Hacı Tevfik Durlanık

Hasan Tokcan

Mazlum Bababalım

Diyab Ağa Yıldırım

Mustafa Ağa Öztürk

Abdülhamit Hamdi

Osman Fevzi Topçu

Şeyh Hacı Fevzi Baysoy

Mehmet Salih Yeşiloğlu

Nusret Son

Abdullah Azmi Torun

Hacı Veli Bayraktar

Halil İbrahim Sipahi

Mehmet Niyazi Çamzade (Çamoğlu)

Mustafa Hilmi Soydan

Hacı Mustafa Sabri Baysan

Halil Hulki Aydın

Bekir Sıtkı Ocak

Mehmed Hulusi Akyol

Mustafa Tâki Doğruyol

Abddurrahman Lâmi Hocazade Ersoy

Hafız Mehmet Şahin

Ali Rıza Ataışık

Hacı Sabri Güney

Naim Ulusal

Hafız İbrahim Demiralay

Hüseyin Hüsnü Özdamar

Hüseyin Hüsnü Işık

Hacı Süleyman Bilgin

Hafız Abdullah Tezemir

İsmail Şükrü Çelikalay

Mustafa Hulusi Çalgüner

Nebil Yurteri

Ali Sururi Tönük

Mustafa Atay

Abdülgafur Istan

Hasan Basri Çantay

Hulusi Erdemir

Mehmet Âlim Çınar

Cemalettin Çelebioğlu

Müfit Kurutluoğlu

Abdülhalim Çelebi

Hacı Bekir Sümer

Hulusi Göksu

Mehmet Vehbi Çelik

Mustafa Kâzım Göksu

Ömer Vehbi Büyükyalvaç

Rıfat Saatçi

Şeyh Seyfi Aydın

Mustafa Fevzi Bilgili

Refet Seçkin

Rıfat Börekçi

Askerler

Gazi Mustafa Kemal Paşa

Hamdi Apaydın

Ömer Lütfü Yasan

Ali Fuat Pş. Cebesoy

Hilmi B.

Cami Baykut

Arif Özdemir

Cevat Abbas Gürer

Yusuf İzzet Pş.

Necati Kurtuluş

Süleyman Boşnak

İhsan Eryavuz

Rasim Öztekin

Müştak Torbo

Hasan Hayri Kanko

Mustafa Zeki Saltuk

Ramiz Tan

Hacı Şükrü Aydındağ

Kadir Ahmet Kürkçü

Cafer Tayyar Eğilmez

İsmet B. (Pş.) İnönü

Kâzım Karabekir (Pş.)

Halil Işık

Zihni Orhan

Eyüp Sabri Akgöl Ziya İhsan Sağlam

Mustafa Vasfı Süsoy

Hüsrev Gerede

Hüsrev Sami Kızıldoğan

Kılıç Ali (Kılıç)

Ali Vasıf Telli

Cemal (Pş.)Mersinli

Mehmet Ferit Tek

Ahmet Şükrü Oğuz

Ali Fethi Okyar

Ali Rıza Bebe

Refet (Pş.) Bele

Ali Çetinkaya

Hulusi Kutluoğlu

Ömer Lütfü Argeşo

Memduh Necdet Erberk

Kâzım Pş. Özalp

Cavid Erdel

Fevzi Pş. (Mareşal) Çakmak

Mahmud Hendek

Fahrettin B. (Pş.) Altay

Hakkı Paşa Sütekin

Reşit B.

Rıza Vamık Uras

Hayri Sığırcı

Hüseyin Rauf Orbay

Abdülgani Ensari

Vasıf Karakol

Recai Baykal

Sabri Nemlizade

Ali Saib Ursavaş

İsmail Fazıl (Pş.) Cebesoy

Eğitimci Sınıfı

Hamdullah Suphi Tanrıöver

Hacı Memed Onay

Ali Ulvi

İsmail Suphi Soysallıoğlu

Emin Gevelioğlu

Hamdi Yalman

Behçet Kutlu

Dursun Yalvaç

Hakkı Behiç Bayiç

Kadri Üçok

Mustafa Akif Tütenk

Kâzım Vehbi Oral

Süleyman Necati Güneri

Ziyaettin Gözübüyük

Neşet Özercan

Mehmet Vehbi Bolak

Ahmed Hilmi Kalaç

Remzi Akgöz

Besim Atalay

Cevdet İzrab (Barlas)

Ziya Hurşit

Mustafa Soylu

Yasin Haşimoğlu (Akdağ)

Mustafa Necati Uğural

Şerif Avkan

Rasim Basara

Mustafa Lütfi Azer

Celalettin Aykar

Hacı Hayali

İktisat Mensubu

Mahmut Celâl Bayar

Hasan Saka

Bahri Tatlıoğlu

Zamir Damar Arıkoğlu

Şakir Kınacı

Sadık Ünver

Edib Dinç

Hafız Hamdi Dumrul

Derviş Sefünç

Nuri Aksu

Şükrü Fırat

Necib Buldanlıoğlu

Asım Vasfi Mühürdaroğlu

Ali Cenani

Hasan Fehmi Ataç

Ruşen Oktar

Ziya Tuğlu

Mazhar Müfit Kansu

Sami Arkan

Sırrı Bellioğlu

Fahrettin Erdoğan

Rüştü Çolakoğlu

Osman Uşşaklı

Bekir Kocaoğlu

Rıza Silsüpür

Ragıp Soysal

Mustafa Vehbi Çorakçı.

Diplomasi

Atıf Tüzün

Cemil Altay

Hacim Muhittin

Çarıklı Osman Özgen

Zekâi Apaydın

Bekir Sami Kunduh

Hacı Nuri Bayram

Ahmet Rüstem

Salih Atalay

Ali Vefa Seymanlı

İzzet Genç

Akif Beyazıt

Rıfat Arkun

Faik Öztrak

Şeyh Şükrü Keskin

Fevzi Pirinççioğlu

Tevfik Demiroğlu

Muhittin Çötel

Ahmed Baydar

Mahmut Sığnak

Mehmet Emin

Necip Soydan

Emin Lekili

Tevfik Kütükbaşı

Mehmet Celâl

Fikri Faik Güngören

Mehmet Şükrü Uçüncüoğlu

Veysel Rıza

İsmail Remzi Berkün

Mehmet Nadir Süldür

Ahmet Muhtar

Hacı Arif Marlalı

Tahsin Üzer

Fuat Carım

Hamdi Namık Gör

Mesud Benli

Hukuk Mensupları

Halil İbrahim Özkaya

Ahmet Mazhar Akifoğlu

Rasih Kaplan

Halil Hilmi Bozca

Hamit Karaosmanoğlu

Mehmet Şükrü Koç

Şevket Candemir

Murad Pala

Veliyüttin Saltıkgil

Sabri Dura

Hasan Fehmi Kokay

Sabit Gözügeçgel

Muhittin Baha Pars

Cevdet Seçkin

Osman Nuri Özpay

Sadık Savtekin

Hasan Fehmi Çorluzade

Arif Baysal

Nafiz Özalp

Kâzım Hüsnü

Neşet Akkor

Refik Koraltan

Ferit Törüm

Küney Haydar B.

Yusuf Başkaya

İbrahim Şevki

Abdülhak Tevfık Gençtürk

Necati Memişoğlu

Mehmet Şeref

Aykut Lütfı Evliyaoğlu

Mustafa Şükrü

Çağlayan Sıtkı Gür

Rasim Tekin

Apdülgani Ertan

Mustafa Kemal Güney

Mahmut Sait Yetgin

Celâlettin Arif Abidin

Hüseyin Avni Ulaş

Refik Şevket İnce

Mustafa Durak Sakarya

Hakkı Hami Ulukan

Celâl Nuri İleri

Şevket Peker

Tufan Ülker

Emin Paşa Marşan

Haydar Lütfı Aslan

Hafız Mehmet Engin

Hacı Tahir Kucur

Nebizade Hamdi Ülkümen

Memur Sınıfı

Mehmet Ragıp Topala

Hacı Feyzi Celayer

Ömer Mümtaz Tanbi

Hüseyin Gökçelik

Hasan Tahsin Sürenkök

Naci Karaali

Mustafa İbrişim

Hasan Tahsin Berk

Mehmet Emin Arkut

İbrahim Hakkı Akgün

Tahsin San

Nüzhet Saraçoğlu

Süleyman Sudi Acarbay

Sırrı Özata

Şevket Beyazıt

İsmail Arslan

Hüseyin Hüsnü

Ragıp Yoğun

Resul Bey

Hamdi Yılmaz

Sadullah Eren

Şeyh Fikri Ergün

Vehbi Öztekin

Şevki Göklevent

Yusuf Ziya Koçoğlu

Enver Tekand

Hacı Abdülvehap Ömer

Mehmet Vasfı Seçer

Haşim Apaydın

Abdülkadir Kemali Öğütçü

İsmet Eker

Yahya Galip Kargı

Esat Özoğuz

Reşat Kayalı

Peşe Yakup

Hamdi Bozdağ

Kadri Oktay

Tahsin Hüdaioğlu

Ziyaettin Basara

Derviş Ural

Mehmed Sırrı Tayanç

Esat Önen

Nâzım Resmor

Hasan Tahsin

Artık Faik Akbay

İbrahim Turhan Hamit

Mithat Ulusal

İzzet Eyüboğlu

Necib Güven Pozan B.

Ethem Fehmi Arslanlı

Emin Girdivan

Hacı Ahmed Hamdi

Bilgin Hakkı Ungan

Hacı İlyas Sami

Muş Haydar Vaner

Osman Kadri Bingöl

Feyyaz Ali Üst

Ata “Mehmet Ataullah”

Atay Rıza Ersoy

İbrahim Süreyya Yiğit

Süleyman Sırrı İçöz.

Ziraatçı Sınıfı

Ali Topçu

İsmail Safa Özler

Hilmi Bey

Muhtar Fikri Göçün

Akif Sümer

Yusuf Ziya Eraydın Memed Dinç

Kasım Dede

Ziya Esen İsfandiyaroğlu

Rıza Kotan

Sadık Mumcu

Ömer Lütfü Ünlü

Mustafa Tavaslıoğlu

Abdullah Karabine

Zülfü Tiğrel Hamdi (Mütevellioğlu)

Faik Kaltakkıran

Hasan Sıddık Haydari

Rüştü Bulduk

Kâmil Mendanlı

Ahmet Dakse

Bahri Tatlıoğlu

Osmanzade Hamdi Aksoy

Hüseyin Aksu

Emin Sazak

Yasin Kutluğ

Halil İbrahim Gürsoy

İbrahim Yörük

Ali Rıza Ataman

Hüseyin Çelik

Hacı Bekir Ağa Fırat

Hacı Garip Ağa Taner

Reşit Ağar

Arslantogöz Ata

Hacı Mehmed Erten

Rüstem Acar

Hasip Aksöyek

Rüştü Bozkurt

Hamza Hayati Öztürk

Tıbbiye Mensuptarı

Eşref Akman

Mustafa Darman

Asım Sirel

Adnan Adıvar

Mazhar Germen

Mustafa Bengisu

Refik Saydam

Suad Soyer

Fuat Umay

Fikret Onuralp

Tunalı Hilmi

Mustafa Cantekin

Emin Erkul

Abidin Atak

Atıf Köse

Tevfık Rüştü Araş

Ali Haydar

Rıza Nur

Teknik İşler Sınıfı

Osman Server B. Ahıska

Numan (Usta)

BİRİNCİ MECLİSTE FİKİR AKIMLARI

Hepsi vatansever, hepsi fedakâr olan ve tarihî bir görev yüklendiklerinin bilincinde olan Birinci Meclis üyeleri, şüphe yok, öteden beri memlekette yer etmiş fikir akımlarının etkisindeydiler. Zaman zaman egemenlik ve üstünlük kazanmış olan bu fikir akımları, İslamcılık, Osmancılık, Türkçülük odaklarından geliyordu. Ayrıca hilâfet ve saltanat makamlarının dokunulmazlığını zorunlu gören gruplar yanında “kayıtsız şartsız ulusal egemenlik” tezine bağlı, o zaman sayıca küçük de olsa, bir grup bulunmaktaydı. Son yüzyılda İslamiyet, politik yorumlara tâbi tutulmuştu. Bunların kaynağı Kuran’da bulunan bir ayetin farklı yorumlara bağlanmasından geliyordu. Bu ayetin anlamı şuydu : “Kuru ve yaş hiçbir şey yoktur ki bu kitapta yer almamış olsun”.

Şüphe yok ki, gerçek dindarlar nazarında bunun anlamı iman ve ahlâk kurallarının tam olarak Kuran’da yer almış olmasıydı. Fakat çeşitli sebeplerle bu anlamla yerinilmemiş ve zaman zaman çok aykırı ve çok tehlikeli olabilecek yorumlar yapılmıştır, öyle ki, dini politik maksatlarla kullanmak isteyen grupların bir kısmı, İslamcılığı emperyalist emellere vasıta etmek istemişler, başkanları diğer siyasî akımlar yolunda yorumlamışlar, bu suretle kutsal din, politika yoluna sürüklenmek istenmiştir. Kuran’da halifelik ve sultanlık kavramları olmadığı halde bu müesseseler dinin bir unsuru gibi gösterilmek istenilmişti. Meclis’te de tabii bu fikre yatkın olanlar bulunuyordu. Ayrıca bu makamların lüzumuna, memleketin genel yönetimi bakımından ihtiyaç hissedenler vardı.

Osmanlıcılık, özellikle Ziya Gökalp’ten sonra, yerini Türkçülüğe bırakmıştı. Fakat bunun nüansları vardı. Bütün Türkleri bir bayrak altında toplama idealini güdenlerin yanı sıra, Türk dünyasını manevî olarak ve ortak kültür mihverinde toplayıp birleştirmek isteyenler de vardı. Memleket, Birinci ve İkinci Meşrutiyet denemeleri, millet egemenliği ve demokrasiye yönelik bakımından bazı tecrübeler edinmişti. Fakat bu tecrübelerin sonucunu olumlu ya da olumsuz bulanlar vardı. Nihayet sosyal ve ekonomik görüşlerde farklar da beliriyordu. Rus İhtilali’nden sonra antiemperyalizm ve antikapitalizm hareketleri bütün dünyada olduğu gibi bizde de yankılar uyandırıyordu. Aslına bakılırsa bizim ve Ruslar’ın antiemperyalizm görüşünde önemli ayrılık vardı. Bizim antiemperyalizm hareketimiz, evvelâ kendimize uygulanmıştı, öyleki Misak-ı Milli’yle, millî hudutlarımız kesin olarak belirlenmiş bunun dışında bir emel beslememiz bertaraf edilmişti. Oysa Sovyetler’in antiemperyalizm tezi kendileri için yürürlükte değildi. Öyleki Rus olmayan birtakım unsurlar Rusya hududu içine zorlanmış-tı.Antikapitalizm için de aynı şey söylenebilir. Sovyetler’de antikapitalizm, sadece kapitalist denen bir zümreye karşı olduğu halde Türkiye’de, sosyal karakterdeydi.

Birinci Meclis’teki fikir tartışmalarının bir odağı da, Batı dünya görüşü noktasındaki ayrılıklardı. Meclis’in önemli bir kısmına göre Batı’ya yöneliş “bizi biz olmaktan çıkaracaktı”. Onlara göre Batı dünya görüşü insanlığın değil, bir iki Batı memleketinin malıydı. Bugün dahi sürmekte olan bu tartışmaya açıklık kazandırabilmek için şunu söylemeliyiz: Batı dünya görüşü bir çağdaşlaşma olayıdır. Bu görüşün yapısında şu unsurlar bulunmaktadır.

1 — Kadim kültürlerin izleri;

2 — Bu kültürleri bir arayış ifade eden Rönesans hareketi;

3 — Büyük Fransız İhtilâli’yle ortaya çıkan, fakat dünyanın malı olacak olan özgürlük ve eşitlik ilkeleri;

4 — XIX. yüzyılın başından itibaren zaferden zafere, fetihten fethe koşmakta olan müspet ilimler.

İşte, bunların toplamına çağdaşlık veya Batı dünya görüşü denmektedir. Atatürk ve ona paralel düşünenler için bağımsızlığımızı kazansak bile çağdaşlaşmadan, o zaferi korumak mümkün değildir. Oysa karşı grup bundan çekiniyor. Türklüğümüzün ve Müslümanlığımızın bu fikirden zarar göreceğini sanıyor. Bunlar en tehlikeli çıkış olarak Batıdan müspet ilimlerin alınmasını gereksiz karşılıyorlardı. Onlara göre andığımız ayet bütün müspet ilimlerin Kuran’da aranması gereğini doğuruyordu. Bazı gruplar daha da ileri gidiyorlardı. Meselâ Mevlâna’ya göre ilim iki türlüdür. Birisi insanın sağlığında elde edebileceği bilgiler ki Mevlâna bunlara maddî bilgiler diyor. Ona göre bu bilgiler aldatıcıdır, bir değeri yoktur. Asıl bilgi manevî ve ilahî olandır ki bu ancak öldükten sonra elde edilebilir.

İşte, bütün bu görüşlerin tabiatıyla Birinci Meclis’te yankılanması vardı. Hemen söylemeliyiz ki bu fikir ayrılıkları Birinci Meclis’in şahsiyetine ve kutsallığına ve mebusların iyi niyetine bir gölge düşürmemiştir. Bir ihanet bahis konusu değildi. Sadece engin bir tarihe malik olan bir milletin fertlerinde yerleşmiş fikir ve müşahadelerin bir iziydi bu.Muhafazakâr zihniyette olanlar, hızlı bir çağdaşlaşmanın karşısında yer alıyorlar ve “mukaddesatı muhafaza” grubunu meydana getiriyorlardı.Meclisteki muhalefetin bir kaynağı da şuydu:

Mustafa Kemal, tarihimizin en büyük başarısına erişmişti. Düşmanı yenmiş, yurdu kurtarmış, tam bağımsızlığı sağlamış, kapitülâsyonları ortadan kaldırmıştı. Bu muazzam başarılarda elbette büyük meclisin özellikle önderi olan Mustafa Kemal’in şeref payı büyüktür. Bazı milletvekilleri bir insan için erişilmesi güç olan bu şerefli başarıların bir dikta rejimine götürmesi endişesi taşıyorlardı. Bir kısım muhalefet grupları ana grup olan Müdafaa-i Hukuka karşı zıt gruplar kuruyorlardı. Onların bir dayanağı daha vardı. O da Müdafaa-i Hukuk’un ve ondan doğmuş olan Halk Partisi’nin bir tatbikat programı bulunmamaktaydı. Onlar böyle bir program hazırlamak ihtiyacını ileri sürüyorlardı. Bu yüzden muhalefet ediyorlardı.

Mustafa Kemal’in bu fikir ayrılıklarına karşı sert bir tepki gösterdiği söylenemez. Ama o, tarihin sesini alan adamdır. Ve kendisini tarihî bir görevle sorumluluk altında hissediyordu. Bu sebeple devrim atılımları zorunluydu, bunlar radikal olmalıydı ve kabil olduğu kadar kısa bir zaman sıkıştırılmalıydı. Fikir ayrılıkları bu mükellefiyetin karşısına çıktığı zaman Mustafa Kemal’in müsamahası da sona eriyordu. Bu yüzden Millî Mücadele’ye beraber başladığı, çok sevip, takdir ettiği bir kısım arkadaşlarından ayrılmayı kader ve tarih zorunlu hale getirmişti.

Mustafa Kemal’e göre yeni Türk milliyetçiliği dil ve tarih ve lâiklik odaklarına dayanmalıydı. Onun bu husustaki görüşlerini fazla radikal bulanlar da ayrı bir muhalefet grubu teşkil ediyorlardı. Fakat asıl ve sürekli muhalefet lâikliğin anlaşılışındaydı. Atatürk, lâiklikten şunu anlıyordu: Dinle siyaset birbirinden kesinlikle ayrılmalıydı.

Muhaliflere göre ise din siyasete de rehber olmalıydı.Birçoğu tarihî kökenlerden gelen ve bugün de nice beyinlerde izleri görülen bu tartışmalarda Mustafa Kemal’in tutunduğu tavrı Meclis’teki kendi konuşmalarından nakledelim:

I. MECLİSİN BÜYÜK ESERLERİ

23 Nisan 1920’de ilk toplantısını yapan ve adı Türkiye Büyük Millet Meclisi olarak tarihe geçmiş olan Millet Meclisi’nin bir numaralı kararı şöyledir;

“Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bu kene intihab edilen azalarla İstanbul Meclis-i Mebusanı’ndan iltihak eden azalardan müteşekkil bulunmasına karar verildi”.

Daha bu ilk toplantıda İstanbul’dan gelecek olan mebusların kabul şartları üzerine bazı tartışmalar geçmişti. Fakat sonunda işgal edilmiş olan İstanbul’dan çıkıp Ankara’ya gelebilen bütün mebusların Meclis’e kabulü kararlaştırıldı. Asıl tartışma bu yeni Meclis’in mahiyeti üzerinde olur. İstanbul’dan gelen mebuslar arasında bulunan bir hukuk profesörü (Celâlettin Arif) bu Meclis’in meşruiyeti için bir kanun mesnedine dayanması lüzumunu ileri sürmüştü. Bu zata göre Türk mevzuatında bununla ilgili bir hüküm yoktu. Ancak Fransız Anayasası’nda bulunan bir hükümden faydalanılabilirdi. Buna göre memleket işgal altına alınır ve Meclis zorla kapatılırsa kurtulabilen mebuslar bir araya gelerek meşru bir meclis teşkil edebilirlerdi. Bir takım samimî muhafazakârlar böyle bir meclisin meşru olabilmesi için Müslümanların halifesi ve milletin padişahı olan zatın muafakatını almak gerekirdi. Atatürk görülmemiş bir maharetle bu gibileri yatıştırmayı bildi ve dedi ki “İstanbul şeraitinin, Padişah ve halife ile ne alenî ne de hususî ve mahrem temasa müsait olmadığını izaha çalıştım. Böyle bir temasla ne anlamak istediğimizi sordum” ve milletin istiklâl ve tamamiyetini temin için çalışmakta olduğunu haber vermek için de buna hacet yoktur. Padişah ve halife olan zatın da bundan başka bir şey düşünmelerine imkân var mıdır?3

Atatürk bu çeşit itirazları ciddiye almıyordu. Çünkü onun nazarında bu yeni meclis olağanüstü yetkilerde kurulmuştu ve millet adına kurtuluş yolunda her kararı alabilirdi. Ve alınacak bütün kararlar meşru olurdu. Mustafa Kemal olağanüstü yetkiden şunu anlıyordu. Bu meclis hem yasama, hem yürütme hatta hem de yargı yetkisine haizdi. Gerçi bağımsız mahkemeler olacaktı fakat meclis icabında yargı yetkisini de kullanacaktı. Nitekim ilk meclisin seçtiği komisyonlar arasında bir memur-u mukamat encümeni bulunmaktaydı. Bu encümen meclis adına suçlu görülen memurları muhakeme edebilecek ve cezalandırabilecekti. Ayrıca bu meclis kendi üyeleri arasından olağanüstü yetkilerle İstiklâl Mahkemeleri kurabilecekti ve kurmuştur da. Bu suretle Meclis bütün yetkileri nefsinde toplamış oluyor. O günkü olağanüstü koşullar altında başka türlü olması da mümkün değildi. Özellikle yürütme yetkisi Meclis’in elindeydi. Fakat hemen görüldü ki 300 ü aşkın üyeden kurulu görülen bir meclisin tümüyle yürütme yetkisini kullanması mümkün değildi. Bu zorunluluk altında Meclis 25 Nisan 1920’de şu beş numaralı kararı almıştı. “Kuvve-i icraiye teşkiline karar verildi.”

Bu kararlar sonucunda 2 Mayıs 1920 tarihinde İcra Vekillerinin suret-i intihabına dair 3 numaralı kanun kabul edilmişti.

Dört maddeden ibaret olan bu kanun metni şöyledir:

“Madde 1 — Seriye ve Evkaf, Sıhhiye ve Muavanet-i İçtimaiye, İktisat (ticaret, sanayi, ziraat, orman ve maadin) Maarif, Adliye ve Mezahip, Maliye ve Rüsumat ve Defter-i Hâkanî, Nafıa, Dahiliye (Emniyet-i Umumiye, posta ve telgraf) Müdafa-i Milliye, Hariciye, Erkân-ı Harbiye-i Umumiye işlerini görmek üzere Büyük Millet Meclisi’nin onbir zattan mürekkep bir icra vekilleri heyeti vardır.

Madde 2— İcra Vekilleri Büyük Millet Meclisi’nin ekseriyet-i mutlakası ile aralarından intihap olunur.

Madde 3— Her vekil deruhte ettiği umurun ifasında mensup olduğu encümenin rey-i istişaresini alabilir.

Madde 4— İcra Vekilleri arasında çıkacak ihtilâfı, Büyük Millet Meclisi halleder.

Görülüyor ki yeni hükümet tamamiyle bir meclis hükümeti olacaktır. Böylece bütün icraat meclis adına yapılmış olacaktır.

Bakanlar arasında çıkacak ihtilâfta meclisin hakem olması da bir yeniliktir. Böylece yeni meclis bir kabine usulüne göre değil memleketin o günkü ihtiyaçlarına göre kurulmuş bulunuyordu. Bu ilk kabinede yeni iki bakanlık görülmektedir. Türk tarihinde ilk defa olarak sağlık işleri için özel bakanlık kurulmuş oluyordu. Ve yine tarihimizde ilk defa olarak savunma işlerimiz için iki bakanlık meydana getiriliyordu. Bunlardan Müdafaa-i Milliye Bakanlığı, ordunun cihazlandırılması işlerine bakacak fakat harbin idaresi özel bir bakanlığa verilmiş olacaktı. Bu yeni bakanlık Erkân-ı Harbiye-i Umumiye adını alıyordu. Tahmin edilebilir ki savunma işlerinin bu iki bakanlığa ayrılmasının o günkü koşullarda özel bir sebebi de vardır. Atatürk, Ankara’ya gelişinden itibaren yanında bulunan Albay İsmet İnönü’ye fiilen, ordunun stratejik ve taktik işlerinin hazırlanmasını emanet etmişti. O günlerde Fevzi Paşa da, Ankara’ya gelmiş ve Meclise katılmıştı. Onun otoritesinden ve tecrübesinden de yararlanmak gerekiyordu. Böylece Müdafaa-i Milliye Bakanlığı kendisine verilmişti.

Meclis 5 Eylül 1920’de son derece dikkat çekici bir kanun daha kabul etmişti. Bu kanunun adı “Nisâb-ı Müzakere Kanunu” idi. Ve 18 numarayı taşıyordu. Bu kanunun maddeleri şöyleydi.

Madde 1— Büyük Millet Meclisi, hilâfet ve saltanatın, vatan ve milletin istihlâs ve istiklâlinden ibaret olan gayesinin husulüne kadar şerait-i âtiye dairesinde müstemirren inikat eder.

Bu birinci madde şüphe yok Atatürk’ün ilhamıyla benimsenmişti ve bu madde Atatürk’ün zamanlama hususundaki dehasının canlı bir belgesidir. Atatürk daha 1907’de hilafeti de, saltanatı da kaldıracağını söylemişti. Fakat 1907’de bunun günü gelmemiş, memleketin alıştığı ve kalben bağlı olduğu hilâfet ve saltanata yer vermek ve mücadele hedefleri arasında onları kurtarmak amacını göz önünde tutmak zorundaydı. O günkü koşullarda milletin büyük çoğunluğu bu görüşteydi.

Kanunun öteki maddeleri şöyleydi.

Madde 2— Her livanın Büyük Millet Meclisi’nde mevcut miktar-ı azası intihap kanununun tayin eylediği miktardan aşağı tenezzül etmedikçe vukubulacak münhallere yeni aza intihap edilmez. Bu madde o günkü koşullarda zorunluydu. Memleket sık sık seçimlere götürülemezdi.

Madde 3 — Büyük Millet Meclisi azasından senede 2 ay bilâmazeret, bilâfasıla Meclis’e devam etmeyenler Heyet-i Umumiye kararıyla müstafi addolunurlar.

Madde 4 — Büyük Millet Meclisi azalığıyla memuriyet bir zat uhdesinde içtima edemez. Ancak heyet-i vekile azalığı ve Büyük Millet Mecli-si’nin inzimam reyiyle, sefirlik, ordu ve kolordu kumandanlığı memuriyetlerinin meclis azalığıyla cemi caizdir.

Madde 5 — Her dâire-i intihabiyeden 5 aza intihabı itibariyle heyet-i mecmuasının bir fazlası nisâb-ı müzakeredir.

Madde 6 — Büyük Millet Meclisi azasına 4 ay için, 1250 lira tahsisat ve 4 ay hitamından devre-i içtimaiye nihayetine kadar Meclis’e devam edenlere şehrî 100’er lira tazminat verilir.

Madde 7 — Büyük Millet Meclisi azasına senede bir defaya mahsus olmak üzere 4000 kuruş üzerinden azimet ve avdet harcırahı ita olunur.

Madde 8 — İstanbul Meclis-i Mebusan’ından, Büyük Millet Meclisi’ne iltihak eden azaya, tarih-i iltihakından itibaren şehrî 100’er lira tazminat verilir.

Aynı yılın kasım ayının 4 günü bakanların seçimine dair kanunu değiştiren bir kanun kabulü 47 numarayı taşıyan bu kanunun metni şudur:

Madde 1 — Büyük Millet Meclisi İcra Vekillerinin suret-i intihabına dair kanunun 2. maddesi berveç-i âti tadil edilmiştir.

Madde 2 — İcra Vekilleri Büyük Millet Meclisi reisinin meclis azalarından göstereceği namzetler meyanından ekseriyet-i mutlaka ile intihap olunur.

Bu kanunla bir yandan reylerin dağılması dolayısıyla bakan seçiminin güçleşmesi önleniyor öte yandan meclis başkanının yetkisi artırılmış oluyordu. Böylece Meclis’in başkanı Mustafa Kemal fiilen hem hükümet, hem devlet, hem de meclis başkanı oluyordu. O günün koşulları böyle bir yetki yoğunlaşmasını zorunlu kılıyordu.

Şimdi I. Meclis’in en önemli eserlerinden birisi olan Teşkilât-ı Esasiye Kanununa geliyoruz. Bu fiilen yeni devletimizin ilk anayasası oluyordu. Tarihi 20.1.1921, numarası 85’tir. Bu tarihî metni ayniyle naklediyoruz:

Madde 1 — Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Yönetim usûlü halkın mukadderatını kendisinin ve fiilen yönetmesi esasına dayanır.

Madde 2 — Yürütme gücü ve yasama yetkisi milletin biricik ve gerçek temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi’nde belirir, merkezîleşir.

Madde 3 — Türkiye devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından önerilir ve hükümet, Büyük Millet Meclisi Hükümeti adını taşır.

Madde 4 — Büyük Millet Meclisi vilâyetler halkınca seçilen üyelerden kurulur.

Madde 5 — Büyük Millet Meclisi’nin seçimi 2 yılda bir yapılır. Seçilen üyelerin üyelik süresi iki seneden ibaret olup, fakat yeniden seçilmek caizdir. Eski heyet, yeni heyetin toplanmasına kadar göreve devam eder. Yeni seçim yapılmasına imkân görülmediği takdirde toplantı süresinin yalnız bir sene uzatılması caizdir. Büyük Millet Meclisi üyelerinin her biri kendini seçen ilin ayrıca vekili olmayıp, umum milletin vekilidir.

Madde 6 — Büyük Millet Meclisi’nin genel kurulu kasım başında davetsiz toplanır.

Madde 7 — Şeriat hükümlerinin uygulanması, bütün yasaların yapılması, değiştirilmesi, ortadan kaldırılması, barış yapılması vatan müdafaası ilânı gibi temel haklar Büyük Millet Meclisi’ne haizdir. Kanunların yapımında ve nizamlar konmasında, halkın uygulamasına ve zamanın ihtiyaçlarına uygun fıkıh ve hukuk hükümleriyle adap ve muameleler esas alınır. Bakanlar Kurulu’nun yetki ve sorumluluğu özel kanunla belirtilir.

Madde 8 — Büyük Millet Meclisi hükümetinin ayrıldığı daireleri, özel kanuna göre seçtiği vekiller vasıtasıyla yönetir. Meclis yürütmeler hususunda vekillere yön tayin eder ve gerektiğinde onları değiştirir.

Madde 9 — Büyük Millet Meclisi Genel kurulu tarafından seçilen başkan, bir seçim dönemi içinde Büyük Millet Meclisi’nin başkanıdır. Bu sıfatla Meclis adına imza koymaya ve Bakanlar Kurulu kararlarını onaylamaya yetkilidir. İcra Vekilleri heyeti içlerinden birini kendilerine başkan seçer, ancak Büyük Millet Meclisi Bakanı vekiller kurulunun da başkanıdır.

Yönetim:

Madde 10 — Türkiye coğrafi durum ve iktisadî ilişkiler bakımından illere, iller ilçelere ayrılmış olup, ilçeler de bucaklardan kurulur.

İller:

Madde 11 — İller mahallî işlerde moral şahsiyete ve muhtariyete sahiptir. Dış ve iç siyaset serî, adlî ve askerî işler, milletlerarası iktisadî ilişkiler hükümetin genel teklifleri ve yararı birden fazla illere şamil hususlar müstesna olmak üzere Büyük Millet Meclisi’nce çıkarılacak kanunlar mucibince vakıflar, medreseler, eğitim, sağlık, iktisat, ziraat, bayındırlık ve sosyal yardım işlerinin nizamlanması ve yürütülmesi, il şuralarının yetkisi içindedir.

Madde 12 — İl şuraları il halkınca seçilen üyelerden kuruludur. İl şuralarının toplantı süresi iki senedir. Toplantı müddeti senede iki aydır.

Madde 13 — İl şûrası azası arasından icra âmiri olacak bir başkan ile muhtelif şubeleri yönetmeye memur üyelerden kurulmak üzere bir yönetim kurulu seçer. İcra yetkisi daimî olan bu heyete aittir.

Madde 14 — İlde, Büyük Millet Meclisinin vekili ve temsilcisi olmak üzere vali bulunur. Vali Büyük Millet Meclisi hükümeti tarafından seçilir. Görevi devletin genel ve ortak vazifelerini görmektir. Vali yalnız devletin genel görevleriyle mahallî görevler arasında fark zuhurunda müdahale eder.

İlçe:

Madde 15 — İlçe yalnız idarî ve inzibatî bir bölüm olup, manevî şahsiyeti haiz değildir. Denetimi Büyük Millet Meclisi Hükümeti tarafından tayin edilen ve valinin emri altında bir kaymakama verilir. Bucak:

Madde 16 — Bucak özel hayatında muhtariyete sahip bir manevî şahsiyettir.

Madde 17 — Bucağın bir şûrası, bir yönetim heyeti bir de müdürü vardır.

Madde 18 — Bucak şûrası, bucak halkınca doğrudan doğruya seçilmiş üyelerden oluşur.

Madde 19 — Yönetim kurulu ve nahiye müdürü, bucak şûrası tarafından seçilir.

Madde 20 — Bucak şûrası ve yönetim heyeti yargısal, ekonomik ve malî yetkiye sahip olup bunların dereceleri özel kanunla tayin olunur.

Madde 21 — Bucak bir veya birkaç köyden kurulu olduğu gibi bir kasaba da bir bucaktır.

Genel Müfettişlik:

Madde 22 — İller ekonomik ve sosyal ilişkileri itibariyle birleştirilerek genel müfettişlik mıntıka vücuda getirilir.

Madde 23 — Genel müfettişlik mıntıkalarının umumî surette asayişin sağlanması ve genel daireler işlemlerinin denetlenmesi ve bölgesindeki illerin ortak işlerinde ahengin tanzimi görevi genel müfettişlere verilir. Genel müfettişler, devletin genel vazifeleriyle mahallî idarelere ait vazife ve kararları sürekli olarak denetler.

Özel Madde:

İşbu kanun yayımı tarihde yürürlüğe girer. Ancak halen toplanmış olan Büyük Millet Meclisi, 5 Eylül 1336 tarihli müzakere nisabı kanunun birinci maddesinde gönderildiği üzere amacına ulaşıncaya kadar sürekli olarak toplu bulunacağı cihetle işbu Teşkilât-ı Esasiye Kanunundaki 4’üncü, 5’inci maddeler amacın elde edilmesine bugünkü Büyük Millet Meclisi mürettep sayısının 3/2 çoğunluğuyla karar verildiği takdirde ancak yeni seçimden itibaren yürürlüğe girer.

İÇTE HUZUR VE İSTİKRARIN SAĞLANIŞI

I. Cihan Harbi sonuna doğru beliren ümitsizlik ve bitkinlik havası içinde askerlikten dönenlerin bir kısmı ileri derecede yoksulluk, bir kısmı da huzur ve güvenden yoksunluk yüzünden olumlu bir işe başlayamıyor, kendisini kadere teslim ediyor. Bir kısmı ise küçük gruplar kurarak kasaba ve köylere baskınlar düzenleme yolunu tutuyorlardı. Millî Mücadelenin başladığı günlerde bu grupların faaliyeti hissedilir derecede artmıştı. Başına beş on kişi toplayan efe, zeybek gibi adlar taşıyan bu adamlar işgale uğrayan il ve ilçelerde sıfıra yaklaşmış olan devlet otoritesine karşı geliyor ve sürekli olarak baskınlar düzenleniyordu. Bunların bir kısmı yabancı işgal kuvvetlerine karşı küçük çapta mücadele veriyor, bir kısmı ise sadece böyle görünmek istiyordu. Böylece memlekette huzur ve asayişten eser kalmıyordu.

Erzurum ve Sivas Kongrelerinden sonra Ankara’ya gelip yerleşen Atatürk’ün emrinde hemen hemen hiç bir askerî güç yoktu. Oysa işgalci düşmanlar saldırılarını arttırıyorlardı. Bu hazin tecellinin bir belgesi ve anısı olarak şu müşahedemi sunuyorum:

“Zaferden sonra bir gün dostum ve meslektaşım Dr. Fuat Umay’la Atatürk’ün huzurunda bulunuyorum. Fuat Bey, Millî Mücadele’nin başında Bolu bölgesinde asayişi sağlamaya çabalıyordu. O günler konuşulurken Fuat Bey, Paşa’ya,

— Paşam o güç günlerde asilere karşı sizden bir bölük asker istemiştim, göndermemiştiniz, diyecek oldu Atatürk buna acı ve gerçek cevabı vermişti:

— “A çocuğum o dediğin günlerde benim emrimde bir bölük asker yoktu.”

O günlerde ve bu koşullar altında il ve ilçelerdeki Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin desteğini ya da zorunlu itimadını sağlayan efeler, keyfî hareketlerini genişletiyorlardı. Elde devlet kuvveti olmadığı gibi, asker toplama olanağı da bulunmadığı için bir süre bu efe gruplarının makul davranışlı görünenlerinden faydalanmak zorunluluğu ortaya çıkmıştı. Bu efeler ikiye ayrılmıştı birkaç tanesi Atatürk’ün önderliğinde millî hareketi destekliyor veya öyle görünüyordu. Bir kısmı da hilâfet makamına bağlı bir tutum alıyordu. Bu yüzden birbirleriyle çarpıştıkları oluyordu. Bu efe grupları içinde maliyetinin sayısı ve teçhizatı bakımından en güçlü görüneni Çerkez Ethem’di Millî Mücadele’yi destekler ve işgal kuvvetlerine karşı savaşır göründüğü günlerde Atatürk’ün sempatisine nail oluyordu. Oysa bu onun cüretini ve küstahlığını arttırıyordu. Ankara’ya gelişlerinde, o dönem An-karasının tek otomobili olan vasıtayı Atatürk onun emrine veriyordu. Oysa adamın şımarıklılığı gitgide artıyordu. Bir diktatör olma vehmine kapılmıştı. Arzuları yerine getirilmediği zaman tehditler savurmaya başlamıştı. Bu azgınlığın son haddine vardığı günlerde Ankara’ya yolladığı bir mesajda Meclisin kapısının bir tarafına Mustafa Kemal’i, karşı tarafına da İsmet Paşa’yı asacağını söylecek kadar çılgın bir cüret gösteriyordu. Bu asî grup Çerkez Ethem’den ibaret değildi. Memleketin birçok yerlerinde bu gruplar halkı bîzar ediyor ve halk onları işgal kuvvetlerinden daha zalim buluyorlardı. Bu feci durumu tabiîdir ki Yunanlılar nimet biliyor ve Anadolu içinde ilerliyorlardı. Böylece tarihimizin belki en tehlikeli dönemi başlamış oluyordu. Bir taraftan Yunan ilerleyişini durdurmak öte yandan başta Çerkez Ethem olmak üzere küstahlıklarını artıran asî kuvvetleri bertaraf etmek gerekiyordu. Bu konuda Mustafa Kemal, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin fedakâr desteğini sağlamayı başarmıştır. I. İnönü saldırımız başlamadan önce millî kuvvetlerden bir kısmını Çerkez Ethem’e karşı yöneltme zarureti doğmuştu. Bu hamle İsmet İnönü’nün himmeti ve fedakârlığıyla başarıya ulaştı. Çerkez Ethem grubu bertaraf edildikten sonra İnönü’de düşmana ilk darbe indirildi.

Büyük Millet Meclisi’nin ve hükümetinin teşkilâtlanması sayesinde yavaş yavaş muntazam millî bir ordu kurma çalışmalarına başlandı. Bu tarihin en güç görevlerinden birisiydi. Fakat Mustafa Kemal’in, i. Meclisin ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin fedakârlığı ve vatan sevgisiyle başarılmıştır. Bu şüphesiz Atatürk’ün ve Meclisin en büyük ve en şerefli başarılarından birisidir.

MİLLİ ZAFERLER

Mustafa Kemal’in askerî dehasını Çanakkale’den sonra bir defa daha belirten millî zaferler İnönü, Sakarya ve Dumlupınar adlarıyla askerî ve siyasî tarihe geçmiştir.

Bu zaferlerin askerî yönünü anlatmak bu yazının konusu ve yetkisi dışında kalır. Ancak şu kadarı söylenebilir. Bu harpler ve bu zaferler birer kader harbidir. Bir milletin varolup, olmayacağına hükmeden kader belirtici harplerdir. Bu harplerde Mustafa Kemal’in dehası iki yönde belirir.

1 — Millî gücü tam olarak toplayıncaya kadar kesin teşebbüse girmemek ve bu yolda icap ederse toprak kaybını bile bütün sonuçlarıyla göze almak.

2 — Bu harplerde radikal ve modern stratejiye uygun bir kararla hareket etmek. Nitekim zaman olmuş düşmanı stratejik merkezlerden uzaklaştırmak ve kendi ordumuza derlenip toparlanmak fırsatı vermek için Sakarya Harbi’nden önce olduğu gibi ordumuzu 90 km. geri çekmeyi göze almak. Bu karar bir ricat gibi görünmesine rağmen ancak, Atatürk gibi bir dâhinin gözealabileceği bir kahramanlıktı. Çünkü askerliğin gereğini iyi bilmesi mümkün olmayan bir kısım Meclis grupları isyan ve feveran haline gelmişler, “Nereye gidiyoruz” feryadını çıkarmışlardı. O günlerde Meclis’in, Ankara’dan, Kayseri’ye nakli de göze alınmıştı. Klasik stratejiye bağlı kalanlar bu çekilişin en başarılı bir harp oyunu olduğunu farketmeyerek onu nihaî bir yenilgi saymışlardı. Mustafa Kemal bir yanda ordunun başkumandanı sıfatıyla geleceğinden emin olduğu zaferlere orduyu hazırlarken bir yandan da içteki bu paniği teskin için bütün belagatını kullanmıştır. Özellikle I. Büyük Mücadele olan İnönü Harplerinde zorluk sadece düşmanın kuvvetçe üstün olmasından ibaret değildi. Yunan ordusunun arkasında başta İngiltere, hemen hemen bütün Batı Avrupa bulunmaktaydı. Buna karşı Türkiye iki cephede savaşmak zorunda kalmıştı. Bir tarafta Yunan ordusunun ilerlemesini hiç değilse yavaşlatmak öte taraftan memleketin hemen yarısında patlak veren iç isyanları bastırmak. Zaman olmuş bu isyanlara karşı asıl cepheden daha fazla kuvvet ayırmak gerekmiştir. Ümitsizliğe her sebebin varolduğu bu durumda Mustafa Kemal ve Meclis’in çoğunluğu bir kale gibi dikilmişlerdir. İnönü Harplerinde, milletin makûs talihini yenen İsmet İnönü millî mücadelenin kesin zaferi kazanacağına bir delil vermiş oldu. Fakat elbette bu başarı kesin zafer değildi. Düşmanı vatanın harim-i ismetinde yok etmek için daha pek çok hazırlığa ihtiyaç vardı. Bunu çok iyi bilen Mustafa Kemal, içe ve dışa karşı hazırlıklarını insanüstü bir takatla devam ettirmiştir.

Sakarya Zaferi, XVII. asırdan beri sürmekte olan çekilişimize kesin bir son vermiştir. Bu zaferle yalnız Yunan değil bütün Dünya artık Türklerin çekilişe son verdiğini görmüştür. Böylece hazırlığını tamamlayan ordumuz 30 Ağustos 1922’de bir imha meydan muharebesiyle düşmana Dumlupınar’da kesin ve nihaî darbeyi indirmiştir.

Böylece mağrur Yunan orduları yok edilmiş, Başkumandanları esir alınmış ve vatanın kurtuluşu tamamlanmıştır. Bu muazzam zaferin Başkomutanı Mustafa Kemal, cephe komutanı İsmet İnönü, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’tır. Her üçü bu zafer gibi tarihte ebedîleşmişlerdir.

Şüphe yok ki bu muazzam zaferde beyin ve muharrik güç Mustafa Kemal’dir.

LOZAN

Büyük zaferler kazanmak ve bunun meyvelerini o zaferin azametine uygun şekilde derlemek için bir örnek aranırsa bu şüphesiz Lozan Antlaşmasıdır. Mustafa Kemal’in ve Meclisin’in baştan beri ilân ettikleri sonuca, bu antlaşmayla hemen hemen tam olarak ulaşılmıştır. Tekrar etmek gerekirse baştan beri ilân edilmiş olan millî amacımız Misâk-ı Millî sınırlarını, nihaî olarak sağlamak, bağımsızlığımızı tam olarak gerçekleştirmek, tam bağımsızlık deyince sadece siyasî değil ekonomik, malî, adlî velhasıl her hususta bağımsız olmak amaçlanıyordu.

Büyük zaferden sonra Lozan’da bu amaçların tabiî şekilde ve kolaylıkla elde edilebileceği umulabilirdi. Ama düşmanların gizli hesapları vardır. Emperyalist emellerini feda etmek istemiyorlardı. Hele tadına alıştıkları kapitülâsyonlardan vazgeçmek onlara ağır geliyordu. Oysa kapitülâsyonları bir daha geri gelmiyecek şekilde ortadan kaldırmak toprak bütünlüğümüz kadar önemli idi. İtilâf Devletleri, bizimle beraber Birinci Cihan Harbi’ni kayıp etmiş olan devletlere bütün arzularını dikte etmişlerdi. Unutuyorlardı ki yeni Türkiye, bir millî zafer kazanmış ve yenik Osmanlı Devleti’nin devamı değildi. İşte Lozan’da en büyük zorluk bu görüş ayrılığından ileri gelmişti. Yani Türkiye adına müzakereleri yürüten İsmet Paşa kararlıydı, metindi, son derece akıllıydı. Düşmanın silahlarını, düşmana karşı kullanmakta emsalsizdi. Bu çatışma o kadar şiddetli olmuştu ki İnönü bir ara müzakereyi terk etmek cesaret ve kararını göstermişti. Nihayet emelleriyle yeni doğan ve gün geçtikçe güçlenen Türkiye’yi zorlamayacaklarını anlayan İtilâf Devletleri 23 Temmuz tarihinde Lozan’da barış antlaşmasına imza atmak mecburiyetinde kalmışlardır. Bu antlaşmayla Türkiye, emellerinin başlıcalarını kabul etmemişti. Yapılan fedakârlık Hatay ve Kerkük topraklarıyla, Boğazlar statüsünü yeni konferanslara bırakmaktan ibaret olmuştu.

Lozan tarihte en uzun ömürlü antlaşmalardan birisi olmuştur. En önemli nokta, kapitülâsyonların nihaî olarak kaldırılmasıydı. Düşmanlar bu yenilgilerine bir teselli bulmuşlardı. Nasıl olsa Türkiye malî bakımdan sıkıştıkça düşmanların kapısına yalvarmaya gidecek, onlar da verecekleri borca mukabil kapitülâsyonları geri alacaklardı. Buna İnönü’nün tarihî cevabı şu oldu. “Kapınıza gelmeyeceğiz, gelirsek geri alın”. Bir hususta da önemli tartışma olmuştu. Düşmanlar Türkiye’nin adlî sistemine güvenmiyorlardı. Oysa Türkiye, kendi hür iradesiyle çağdaş hukuk sistemini kabul etmekle bütün bu tereddütlere kesin cevabını vermişti.

Görülüyor ki yeni millî devletimizin ilk anayasası meclisin açılmasından 9 ay sonra ortaya konmuştu. Bu yasanın 1. maddesi henüz adı konulmamış bir cumhuriyeti ifade ediyor. Atatürk’ün öteden beri kullandığı terimle egemenlik, “kayıtsız şartsız” milletin oluyor. Bu anayasanın ikinci maddesinde meclisin sadece bir yasama organı değil aynı zamanda yürütme organı olduğu ifade edilmektedir. Bu, bir yeni kuruluş döneminin getirdiği bir zorunluluktu ve memleketin o günkü koşullarında kurtuluşa erişmek için bütün güçlerin meclis elinde toplanması bir zorunluluktu. Daima meşruiyetçi olmuş olan Atatürk, bu maddeye dayanarak ve meclisin serbest oylarıyla seçilmiş başkanı olarak memleket kaderinde lüzumlu olan yetkileri meşru bir tarzda elinde toplamış oluyordu.

Anayasanın 7. maddesi dikkatle okunduğu zaman henüz adı anılamayan lâikliğe doğru açılmış bir pencere görünümünü verir. Bu maddede, yine dinî esaslar ön plâna alınmakla beraber, “zamanın ihtiyaçlarına uygun hükümler” ifadesiyle kanun yapımında çağdaşlaşma imkânı hazırlanmış oluyor. 8. madde yeni kurulacak hükümlerin bir “meclis hükümeti” olacağını göstermektedir. Yani bakanlar, yürütmeyi meclisi adına düzenleyeceklerdir.

Bu anayasada meclis içindeki akımları neticesinde platonik olarak girmiş, fakat hiçbir süratle uygulanamamış hükümlerde yer almaktadır. Bu meyanda meselâ 11. maddede bir il şûrasından bahsedilmektedir. Metne göre bu şûra, ile ait bütün işleri düzenlemek yetkisine sahip olacaktır. Bu şüphesiz bildiğimiz il genel meclisleri değildir. Bunun gibi 16. maddede bucakların muhtariyete sahip olması hükmü yer almaktadır. Bu o gün uygulanmadığı gibi bugün de uygulama imkânı görülmeyen bir hükümdür.

Yeni anayasanın münferit maddesiyle mevcut Büyük Millet Meclisi’nin sürekli olarak toplantı halinde olması vurgulanıyor. Onun için meclis tatilleriyle ilgili 4. 5. ve 6. maddelerin, kurtuluşungerçekleşmesinden sonra gelecek meclisler döneminde uygulanacağı tesbit edilmektedir. 1. Meclis’in önemli eserlerinden birisi 8.7.1922’de kabul ettiği 244 numaralı kanundur. Bu kanuna göre icra Vekilleri Reisi yani başbakan ve bakanlar meclisçe ve üyeleri arasından gizli oyla seçilecektir. İcranın başkanı, aynı zamanda bakansa bu bakanlığı koruyabilecektir. Bakanlardan birisi geçici olarak görevden ayrılma zorunda kalırsa yerini alacak vekil, yine Büyük Millet Meclisi tarafından seçilecektir. Bu hükümler 1. Meclis’in bütün yetkileri elinde tutmaya ne derece önem verdiğini bir defa daha göstermektedir.

Şimdi Meclis’in aldığı son derece önemli bir kararın metnini veriyoruz; Bu kararın tarihi 30.10.1922 ve numarası 307’dir. “Osmanlı İmparatorluğu’nun münkariz olduğuna ve Büyük Millet Meclisi Hükümetinin teşekkül ettiğine ve yeni Türkiye hükümetinin, Osmanlı İmparatorluğu yerine kaim olup onun hudud-u millî dahilinde yeni vârisi olduğuna ve Teşkilât-ı Esasiye Kanunuyla, hukuk-u hükümranı, milletin nefsine verildiğinden İstanbul’daki padişahlığın madûm ve tarihe müntakil bulunduğuna ve İstanbul’da meşru bir hükümet mevcut olmayıp İstanbul ve civarının Büyük Millet Meclisi’ne ait ve binaenaleyh oraların umur-u idaresinin de Büyük Millet Meclisi memurlarına tevdi edilmesine ve Türk hükümetinin hakkı meşru olan makam-ı hilafeti esir bulunduğu ecnebilerin elinden kurtaracağına karar verildi.”

Nihayet Meclis 1.11.1922 tarihinde aldığı 308 numaralı kararla padişahlığı ortadan kaldırmıştı. Bu tarihî kararı orijinal metniyle veriyoruz: “Birkaç asırdır saray ve Babıâli’nin cehalet ve sefahati yüzünden devlet, azim felaketler içinde müthiş bir surette çalkalandıktan sonra nihayet tarihe intikal etmiş bulunduğu bir anda Osmanlı İmparatorluğu’nun müessis ve sahib-i hakikisi olan Türk milleti Anadolu’da hemharicî düşmanlarına karşı kıyam etmiş, hem de o düşmanlarla birleşip millet aleyhine harekete gelmiş olan saray ve Babıâli aleyhine mücedeleye atılarak Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun hükümeti, ordularını bitteşkil haricî düşmanlar saray ve Babıâli ile fiilen ve müsellehan ve malum müşkülât-ı şedide ve mahrumiyet-i elime içinde cidale girişmiş ve bugünkü halâs gününe vasıl olmuştur. Türk milleti saray ve Babıâli’nin hıyanetini gördüğü zaman Teşkilât-ı Esasiye Kanununu ısdar ederek onun birinci maddesiyle, hâkimiyeti padişahtan alıp bizzat millete ve 2. maddesiyle icraî ve teşriî kuvvetlerini onun yedi kudretine vermiştir. 7. maddeyle de harp ilânı, sulh akdi gibi bütün hukuk-u hükümraniyi milletin nefsinde cemeylemiştir. Binaenaleyh o zamandan beri eski Osmanlı İmparatorluğu tarihe intikal edip yerine yeni ve millî bir Türkiye Devleti, yine o zamandan beri padişahlık merfû olup yerine Türkiye Büyük Millet Meclisi kaim olmuştur. Yani bugün İstanbul’da bulunan heyet, mevcudiyetini usulen himaye edecek hiçbir meşru ve gayri-i ecnebi kuvvete ve muzaharet-i milliyeyi malik olmayıp bir zilli-zail halindedir. Millet, şahsî hükümranlık ve savaş halkı ve etrafının sefahati esası üzerine müesses bir saltanat yerine asıl halk kütlesinin ve köylünün hukukunu himaye ve saadetini tekeffül eden bir halk hükümeti idaresi tesis vazedilmiştir.

Hâl böyleyken İstanbul’da düşmanlarla teşrik-i mesai etmiş olanların el’an hukuk-u hilafet ve saltanat ve hukuk-u hanedaniden bahşeylemelerini görmekle müstağrık-ı hayret bulunuyoruz. Tevfik Paşa’nın telgrafı kadar garip ve acayip ve hilâf-ı mavaka bir vesika tarihte nadir görülmüştür. Binaenaleyh Türkiye Büyük Millet Meclisi berveçhiati mevadı neşru ilâna karar vermiştir.

1 — Teşkilât-ı Esasiye Kanunuyla Türkiye halkı hukuk-u hâkimiyet ve hükümranisini mümessil-i hakikisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin şahsiyet-i maneviyesinde gayr-i kabil-i terk ve tecezzi ve ferağ olmak üzere temsile ve bilfiil istimale ve İrade-i Milliyeye istinat etmeyen hiçbir kuvvet ve heyeti tanımamaya karar verdiği cihetle Misak-ı Millî hudutları dahilinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti’nden başka şekl-i hükümet tanımaz. Binaenaleyh Türkiye halkı hakimiyet-i şahsiyeye müstenit olan şekl-i hükümeti 16 mart 1920’den itibaren ve ebediyen tarihe müntakil addeylemiştir.

2 — Hilâfet, Hanedan-ı Âl-i Osman’a ait olup halifeliğe, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından bu hanedanın ilmen ve ahlaken erşat ve eslah olanı intihap olunur.

Türkiye Devleti makam-ı hilâfetin istinatgahıdır.

NİHAYET CUMHURİYET İLÂNI

Büyük Millet Meclisi 29.10.1923 günü mevcut Anayasanın özellikle birinci maddesini tâdil eden 364 numaralı kanunu kabul etmiştir. Bu kanunla mevcut Anayasa’da zaten mevcut olan millet egemenliği rejiminin sadece adını takmış oluyor ve Cumhuriyet’i ilân ediyordu.

Aynı gün 29.10.1923’de kabul edilen 30 sayılı kararla Cumhurbaşkanı’nın seçimine geçilmiş ve tereddütsüz beklendiği şekilde Gazi Mustafa Kemal, ilk Cumhurbaşkanı seçilmiştir.

Böylece milletimizin asırlık, sabırlı, çileli fakat yitirilmeyen ümitli bekleyişi tarih sahnesinde gerçekleşmiştir.

1 Sadi Irmak, Atatürk (Bir Çağın Açılışı), 1986, s. 2

2 Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi, 1983 Ankara

3 Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, 1961 s. 86

Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak

Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 8, Cilt: III, Mart 1987

Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.


HIZLI YORUM YAP