Atatürk İlke ve İnkılapları Işığında Türkiye’nin Geleceği Başöğretmen Atatürk

Atatürk İlke ve İnkılapları Işığında Türkiye’nin Geleceği Başöğretmen Atatürk

ABONE OL
Mart 2, 2023 07:03
Atatürk İlke ve İnkılapları Işığında Türkiye’nin Geleceği Başöğretmen Atatürk
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Atatürk İlke ve İnkılapları Işığında Türkiye’nin Geleceği Başöğretmen Atatürk Ve Türk Milli Eğitimi

Asrımızın en büyük Türk’ü Mustafa Kemal’in aramızdan ayrılışının 64. yılında ve Türk Milletinin tarihî gerçekler üzerine kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devletinin 79. yılında O büyük devlet adamını tarihî sorumluluk şuuru içinde, onun bizlere en büyük emaneti olan Türkiye Cumhuriyeti Devletini ebed-müddet yaşatacağımızı ifade ederek sözlerime başlamak istiyorum.

Büyük Atatürk; “Eğitimdir ki, bir milleti ya hür, müstakil, canlı, yüksek bir toplum halinde yaşatır; ya da o toplumu esaret ve sefalete sürükler” tarihî ifadesinde görüldüğü üzere, Türk Gençliğini düşünen, okuyan, araştıran ve üreten, topluma yön veren, millî ve büyük hedefleri olan bir gençlik olarak görmek istemiştir. Atatürk’e göre iyi eğitim verilmiş, çağdaş bilgilerle donatılmış ve millî terbiye alabilen gençler yaratıcı, gelişmeci ve hem de millî varlığı güçlendirici olabilir. Atatürk gençlikten vatan sevgisi ve Türkiye’yi çağdaş medeniyet seviyesine çıkarabilmek için yoğun bir çalışma beklemektedir. O büyük devlet adamı; “Gençler siz almakta olduğunuz terbiye ve irfan ile insanlık meziyetinin, vatan muhabbetinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız” diyerek Türk gençlerine izleyecekleri tarihî ve millî hedefleri işaret etmektedir.

Ülkemizin kalkınma ve gelişme hamlesini gerçekleştirebilecek. Türkiye Cumhuriyeti Devletini çağın muasır devletleri arasına sokabilecek, büyük ve çağdaş düşünebilen, millî hedefleri olan, bilgi ve fikir üreten Türk Gençleri yetiştirme zamanı gelmiştir. Coğrafyasının dikte ettiği önemi kavrayan, gelecek için plânlarını yapmış, duyarlı, şuurlu, heyecanlı, Türk Gençleri ile siyasî, sosyal, ekonomik problemlerimizi çözerek Türkiye’yi yarınlara, 21. yüzyıla taşımak mümkündür. Büyük Atatürk “İşaret ettiğim prensipleri Türk Gençliği’nin beyninde ve Türk Milletinin bilincinde daima canlı tutulmasını” millî bir hedef olarak göstermektedir.

İnsanlığın tarih boyunca yetiştirdiği en önemli şahsiyetlerden biri olan Atatürk askerî ve siyasî dehası, bilgisi, sevgisi, hoşgörüsü, ve barışa verdiği önemle büyük bir lider olarak tarihteki yerini almıştır. Atatürk’ün evrensel nitelik kazanan ilke ve fikirlerini, bilimsel düşünceye ve 21. yüzyılın yeni bir boyutta değerlendirilmesinin. Türkiye için olduğu kadar bütün dünya içinde büyük önem taşımaktadır. Onun başarısının temelini bilgi ve bilime olan sarsılmaz inanç oluşturuyordu. Atatürk Anadolu’ya millî bir lider olarak çıktı, İstiklâl Savaşı’nda Milleti aynı ideal etrafında toplamak için millî ideolojiyi kullandı. Millî birliği sağlamak için tüm harekete millî damgasını vurdu. Mücadele, yani başlatılan savaş millîdir. Bu mücadelenin siyasî programı olan Misak-ı Millî ile varılmak istenen sınırlar da millîdir. Hareketin enerji merkezi olmak üzere kurulan Kuvay-ı Millîye, Temsil Heyeti. Türkiye Büyük Millet Meclisi gibi teşekküllerde millîdir.

Hiçbir insan zekâsı, Türklük gerçeğini Mustafa Kemal kadar yakından, Mustafa Kemal kadar içinden tanımış değildir. Hiçbir gönül Türk sevgisini bu kadar büyük olarak tanımamıştır ve yaşamamıştır. Mustafa Kemal düşünce adamları gibi, Türk’ün ne olduğunu düşünmekle, gönül adamları gibi, Türk’ü sevmekle işe başlamıştır. O bize kendimizi öğretti. Kendimizi tanıttı. Millî benliğimizi kazandırdı. Ceplerimize kimlik kartlarımızı koydu. Her düşüncenin üstünde millî çıkar ve yararlara yer vermenin millî bir görev olduğu gerçeğini gösterdi.

Ona göre bütün bu hasletler Türk Milletinin doğuştan, getirdiği eşsiz niteliklerdi. Hiçbir bölücü düşünceye yer vermemesi de bundandır. Millî birlik ve beraberlik sağlanınca milletin aşamayacağı hiçbir engel kalmaz. Mustafa Kemal, “Türk Milleti kendinin ve memleketinin yüksek menfaatlerinin aleyhine çalışmak isteyen bozguncu, vatansız ve milliyetsiz beyinlerin saçmalıklarındaki gizli ve kirli emellerini anlamayacak bir topluluk değildir” diye tanımlıyordu.

Atatürk, vatanı ve milleti için yaptığı iyi şeyleri asla yeterli görmeyen bir ruh yüceliğine sahipti. Vatanını canından aziz bellemişti. Atatürk hakkında kitap yazan bir yabancı Büyükelçi bir gün ona Büyük İskender’le aynı bölgede doğduğunu hatırlatmıştı. Atatürk şu cevabı vermekte gecikmedi: “Benzeyiş o noktada durur. İskender cihanı feth etti. Ben etmedim. İskender cihanı feth ederken kendi vatanını unuttu. Ama ben hiçbir zaman vatanımı, milletimi unutmadım.”

Eski Kadıaskerlerden biri Atatürk’ü şöyle tanımlamaktadır: “Tarihîmizde bunun kadar büyük bir psikolog tanımıyorum. Milletinin ruhunu, avucunun içi gibi biliyor. Zira hiçbir fert mensup olduğu milletle onun kadar kaynaşıp birleşmemiştir. Milletin bütün ızdıraplarını, kendi vücudunda hissetmiş; milletin ne istediğini, neyi istemediğini, ne düşünüp, neden şikayet ettiğini kendi beyninin hareketlerinde ve kendi vicdanının feveranlarında keşfedip anlamıştır.” Mustafa Kemal, 1935 yılı Ekim ayında Amerikalı General Mac Arthur’la yaptığı bir konuşmada; Avrupa’da meydana gelecek bir savaşın galibinin ne İngiltere, ne Fransa, ne de Almanya olmayacağını kaydediyor ve diyor ki: “Uyanan Şark Milletlerinin zihniyetlerini mükemmelen istismar eden, onların millî ihtiraslarını okşayan ve tahrik etmesini bilen Bolşevikler yalnız Avrupa ‘yi değil, bütün Asya ‘yi tehdit eden başlıca kuvvet halini almışlardır.”

Atatürk’ün 1935 yılındaki bu tarihî değerlendirmesini göremeyen Batılı devletler II. Dünya Savaşı sonrasında Bolşevizm zırhına bürünen Rusları durdurmak için önce 17 Mart 1948’de Batı Avrupa Birliğini, sonra da 4 Nisan 1949 tarihînde de NATO’yu kurmak zorunda kalmışlardır. Gerçekten de savaş öncesi Atatürk’ün bu tarihî uyarısı, Batılı devletler tarafından dikkate alınabilse idi, şüphesiz savaş sonrası Sovyet Rusya’nın emperyalist ve yayılmacı emellerini durdurmak için askerî ve siyasî tedbirler alma zorunluluğunda kalmayacaklardı.

II. Dünya Savaşı sonrası, Sovyet Rusya, Türkiye’ye karşı düşmanca tutumunu devam ettirmiş, 16 Mart 1921 tarihli Moskova Anlaşması’nı yenilemeyi reddederek. Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı, Boğazlardan da üs talep etmişlerdir.

Türk Milleti dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu’nun ağzı ile bu isteklere şu cevabı vermiştir:

“Bu yerler Türk’ün kam, canı pahasına elde edilmiş, yüzyıllar boyunca onun hakimiyeti altında kalmıştır. Böyle notalarla bu topraklar size verilemez. Bütün Türk tarihî boyunca da biz Türkler yazılı mektup ile hiçbir devlete bir karış toprak vermiş değiliz. Kararınız kat’i ise gelip alınız. Savaşa her dakika hazırız.”

Atatürk’ün Batılı emperyalist devletlere karşı giriştiği “Kurtuluş Savaşı” sonuçlarıyla yalnız Türk Milletini ilgilendirdiği halde gayesiyle bütün dünyayı, bütün insanlığı ilgilendirmektedir. Atatürk, Millî Mücadele’de yalnız, Türk Milletinin değil bütün mazlum milletlerinde bağımsızlık davasını üstlenmiştir, savunmuştur. Daha 1922 yılında bunu dile getiren Mustafa Kemal, bu davayı gerçekleştirmekle yeni bir tarih yapılacağını da duyurmuştur. Bu konuda diyor ki: “Türkiye’nin bugünkü mücadelesi kendi nam ve hesabına olsaydı, belki daha kısa vadede, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye büyük ve mühim bir gayret sarf ediyor. Çünkü müdafaa ettiği, bütün mazlum milletlerin, bütün Şarkın davasıdır ve bunu nihayete getirinceye kadar, Türkiye kendisiyle beraber olan Şark Milletleriyle yürüyeceğinden emindir.” Gerçekten de Atatürk’ü ve Türk Millî Mücadelesini örnek alan Orta Doğu, Asya ve Afrika Milletleri Ülkelerini işgal eden Devletlere karşı verdikleri Millî Mücadelelerle bağımsızlıklarını kazanmışlardır.

Ülkemize karşı bundan 84 yıl önce başlatılan Haçlı saldırılarına Mustafa Kemal, Türk Milleti gerçeği ile cevap vermiştir. Bugün de, O’nun bize gösterdiği hedefler doğrultusunda Devletimize karşı sürdürülen iç ve dış saldırılan, Türk Milleti ile bir arada yaşayarak, Milletin dertlerine hem dert olarak, onu tam manasıyla anlayarak ve son olarak da Milletin İdealine göre hareket ederek durdurmak mümkündür.

İçinde yaşadığımız 20. yüzyılda fikirleriyle, ilkeleriyle ve gerçekleştirdiği inkılâpları ile Türkiye’nin yolunu aydınlatmaya devam eden Atatürk’ün, 250 milyonluk Türk Dünyasına da fikirleriyle, ilkeleriyle yön verdiğini bizzat kendi yaşadığım bir hatırayı naklederek anlatmak istiyorum. 1991-1993 yılları arasında doktora çalışmalarımı yürütmek üzere; “Yükselen bayrak bir daha inmez” diyen Mehmet Emin Resulzade. Ali Merdan Topçubaşı ve Şehit Başbakan Fethali Han Hoylu’nun ülkesi ve Hazar sahillerinin Türklük bölgesi olan Azerbaycan Cumhuriyeti’nde bulundum. 1992 yılının Temmuz ayında Vagif adlı Azerbaycanlı bir arkadaşımın daveti üzerine memleketi olan Cebrail’e gittim. Cebrail, Fuzuli, Zengilan, Kubatlı, bölgeleri Aran Karabağ’da (Aşağı Karabağ) olmasına rağmen o tarihlerde, bu bölgelerde de savaş devam ediyordu. Üzülerek belirtiyorum ki, bu tarihî Türk toprakları bugün Ermeni işgali altındadır. Cebrail’deki Hükümet Konağı’nın önünde Azerbaycan askerleri ile sohbet imkânı buldum. Sohbetin konusu Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki savaştı. Bu toprakların Azerbaycan Türklerine ait olduğunu, topraktan pay verilmeyeceğini, mutlaka kanları, canları pahasına vatan topraklarının müdafaa edilmesini söyledim. Bir Azerbaycan askerî bana cephede. Rus ordusu ile savaştıklarını, onların ellerindeki silâhların daha güçlü olduğunu izah etmeye çalışıyordu. Ben de onlara, Türk Milletinin Millî Mücadele döneminde şartların çok daha olumsuz olduğunu, Türk ordusunun yedi ülkenin ordusuna karşı savaştığını, herhangi bir devletin yardımının söz konusu olmadığını anlattım. Beni büyük bir ilgi ile dinleyen Azerbaycan askerlerine 1919 yılında Sivas’ta M. Kemal’le Amerikalı General Harbord arasında geçen bir görüşmeden bahsettim. Bu görüşmede Harbord, M. Kemal’e şöyle bir soru yöneltir:

– Memleketinizi kurtarmak için muazzam bir girişim içindesiniz, ama paranız var mı? Silâhınız var mı?

– Hayır, şu anda bunların hiçbirisi yoktur.

– O halde girişiminiz, ümitsiz hatta tehlikeli bir macera değil mi?

– Hayır, bugün olmayan paramız olacak, bulunmayan silâhlar bulunacak, mevcut olmayan ordu kurulacaktır.

– Ama nasıl?

-Şöyle ki, bir millet topyekün kurtulmaya karar verir de harekete geçerse onun hürriyetini ve bağımsızlığını elde etmesini engelleyecek bir güç dünyada yoktur.

Atatürk’ün bu sözlerinden tatmin olan General Harbord “Ben de Türk olsaydım ancak bu suretle hareket ederdim “ diye cevap verir.

Bu tarihî izahlarım karşısında içlerinden Azerbaycanlı bir komutan bana şöyle cevap verdi. “Türk kardeş, sizin o zaman Mustafa Kemal Paşanız vardı. O, size rehberlik etti, Yunan’ı denize döktünüz. Ülkenizi azadlığa çıkardınız” diye cevap verdi. Şüphesiz bu cevaptan büyük bir haz aldığımı, gurur duyduğumu ifade etmek istiyorum.

Bugün Nahçıvan’da Türk hakimiyeti varsa ve Azerbaycan’a bağlı muhtar bir bölge statüsünde ise bunun Atatürk’e borçlu olunduğunu belirtmek istiyorum. Millî Mücadele’nin Haricîye Nazırlarından Yusuf Kemal (Tengirşenk) Bey Ruslarla anlaşma yapmak üzere 13 Aralık 1920 günü Moskova’ya hareket etmeden önce Mustafa Kemal’le bir veda görüşmesi yapar. Bu görüşmede Yusuf Kemal Bey, Mustafa Kemal’e “Paşam Ruslar, Nahcıvan üzerinde ısrar ederlerse ne yapalım” diye bir soru yöneltir. M. Kemal Paşa’nın cevabı gayet açık ve nettir. “Nahcıvan Türk kapısıdır. Bu hususu nazar-ı itibara alarak elinizden geleni yapınız” diye buyurmuştur. M. Kemal’in ve Türk Hükümetinin diplomatik başarısı ile Nahcıvan ve Karabağ Azerbaycan’ın bünyesinde olmak şartı ile Muhtar Cumhuriyetler olarak tanınmıştır.

Bu târihi hadisede de Atatürk’ün “Kırk asırlık Türk Yurdu yabancı elinde bırakılamaz”dediği Hatay’da cereyan etmiştir. Türkiye’nin imzaladığı Lozan Anlaşması’ndan sonra, Hatay Türkleri Fransız esaretinden kurtulmak için Millî Mücadele’ye başlamışlardı. Herkesin yıllarca kendi kendisine ve yakınlarına sorduğu soru şu idi. “Ne zaman gelecekler? “ Aslında bu sorular 1990 tarihîne kadar işgal altındaki bütün Türklük bölgelerinde sık sık duyulan ve işitilen sözlerdi.

“Ey Türk! Çabuk sen gel, Sen.”

Türkiye’de şapkanın kabulünden sonra Hatay’da ne zaman gelecekler? Sorusunu soran bir ihtiyara “Amca Türkler buraya gelirlerse sana şapka giydirecekler” dendiği vakit şu cevabı vermiştir: “Oğul, onlar buraya gelsin de ben başıma işkembe bile geçirir, gezerim. Hem senin şapka dediğin şey nedir? İnsan cennete bile milletle gider. Ben dünyada esir olanın ahi-rette cennete gideceğine inanmam. Ben başkaları ile cennette ne yaparım. Onlar beni anlamaz, ben onları…”

26 Ağustos 1071’de Alparslan “Anadolu benim ve milletimin vatanı olacaktır. Onlara yeni bir yurdun kapısını açıyorum. Size öyle bir vatan aldım ki, ebediyyen sizin olacaktır” idealiyle Bizans ordusunu mağlup etmiş ve zafere ulaşmıştır. 26 Ağustos 1922’de de Gazi M. Kemal Paşa “Alparslanların milletimize hediye ettiği bu aziz vatanı Megalo-İdeacılara bırakamam, Anadolu benim vatanımdır” diyerek Yunan ordusunu mağlup etmiştir.

Cumhuriyet, yıllarca süren savaşlar, kanlı boğuşmalar sonunda vatanı içten ve dıştan yıkmak isteyen istilâcı güçlere karşı, istiklâlini kazanarak ve millî hudutları içinde kurduğu Türk halkının kendisine en uygun gelen rejimdir. Milletin varoluş nedeni ile Türk devletinin ve cumhuriyetinin varoluş nedeni aynıdır.

Cumhuriyeti sokaktan satın almadık. Bir bedel ödeyip yeni Türk Devletini kurduk. Zor şartlar altında tahminleri altüst ederek Millî Mücadele’yi yaptık. Binlerce şehit Türkiye Cumhuriyetinin doğusunu kanıyla, canıyla destekledi. Devlet kurma geleneğini sürdüren Türk Milleti tarihî görevini sürdürdü. Devletli hayatımız 2200 yıllıktır.

Büyük Atatürk, “Memleketin ve İnkılâbın içerden ve dışardan gelebilecek tehlikelere karşı korunması için, bütün milliyetçi ve Cumhuriyetçi kuvvetlerin bir yerde toplanması lâzımdır” demek, suretiyle Cumhuriyet ve demokrasinin bizim vazgeçilmez, millî bir gayemiz olduğuna dikkati çekmektedir. Biz ne demokrasisiz bir Cumhuriyete talibiz, ne de Cumhuriyetsiz bir demokrasiye… Muasır medeniyet seviyesine ulaşmanın başka bir yöntemi de henüz keşfedilmemiştir. Türk’üm diyen herkes bu cumhuriyetten yana olmalı, bu cumhuriyeti ne pahasına olursa olsun savunmak ve yaşatmak azminde olması, şüphesiz Türk insanının öncelikli bir görevi olmalıdır.

– Cumhuriyete saygı, Türkiye’nin millî birlik ve bütünlüğüne saygıdır,

– Cumhuriyete saygı, millî menfaatlere, her alanda sıkı sıkıya sarılmak, Türk Kültürü ve Medeniyetinin bize sağladığı imkânları fark edebilmektir.

– Cumhuriyete saygı, Türkçe ‘ye saygıdır. Türkçeyi ilim dili olarak kullanmaktır.

– Cumhuriyete saygı, TBMM’ne saygıdır. Millî iradeye bağlılıktır.

– Cumhuriyete saygı, devlet ile milleti kaynaştırıcı mekanizmaları geliştirmektir.

– Cumhuriyete saygı, Türk tarihîne saygıdır ve onu bölmeden, ayırmadan bir bütün olarak düşünebilmektir.

– Cumhuriyete saygı, bizi biz yapan değerleri koruyarak geliştirmektir.

– Cumhuriyete saygı, onu bir türlü içine sindirememiş farklı unsurlarla akıllı, soğukkanlı ve ilim rehberliğinde mücadeledir.-

– Cumhuriyete saygı, fert, cemaat, grup, zümre çıkarlarını millî menfaatlerinin üzerinde görmemektir.

– Cumhuriyete saygı, yabancıları iç işlerine karıştırmamaktır. Saygın, barışçı, millî bir dış politika izlemektir.

– Cumhuriyete saygı, Millî ekonomiyi hayata geçirmektir. Türkiye’nin yer altı ve yer üstü kaynaklarını ülke çıkarları açısından olumlu olarak değerlendirmektir.

– Cumhuriyete saygı Türk kimliğine saygıdır. Hayatta gururla, onurla, taşıdığımız kimlik Türk kimliğidir.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Atatürk’ün ifadesiyle, Türk Milletinin en muazzam eseridir. Bugün dünya coğrafyasının en önemli stratejik konumunda olan. Orta Doğu ve Kafkasya petrolleri arasında farklı medeniyetler ve milletler arasında gelecek yüzyılın kendine ait olmasını hedefleyen Türk Milleti, 79 yıllık Cumhuriyetiyle ve millî devletiyle bunu başaracak güce sahiptir.

Türk insanı şunu iyi bilmelidir ki, çok ama çok güçlü olduğu zaman hiçbir kuvvet kendisine düşmanlık yapmaya cüret edemeyecektir. O halde Türk insanı güçlü olmak zorundadır. Uyanık olmak zorundadır. Tedbirli olmak zorundadır. Türk insanı kimin Türk’den yana kimin Türk düşmanlarından yana olduğunu çok iyi öğrenmelidir. Güçlü olduğu zaman önünde secdeye kapanırcasına eğilenlerin asla dost olmayacaklarını hiçbir zaman hatırından çıkarmamalıdır. Onlar Türk Milletinin ve Türk Devleti’nin zor günlerini kollamaktadırlar. Mutlaka kuvvetli olmak durumundayız. Balkanları, Kafkasya’yı ve Orta Doğu’yu kontrol etmek ve buradaki hadiseleri Türkiye lehine yönlendirmek mecburiyetindeyiz. Millî birliğimizi ayakta ve canlı tutmak zorundayız. Jeopolitik ve jeostratejik durumumuz bizi her milletten daha fazla bu yolda gayret sarfetmeğe mecbur kılmaktadır. Büyük Atatürk’ün “Şahsınız için değil, fakat mensup olduğunuz millet için, elbirliğiyle çalışalım, çalışmaların en büyüğü budur” diyerek Türk insanının medeniyet ve insanlığa hikmetle görevlendirdiğini ifade etmiştir.

Bizler Atatürk nesli olarak; milletin ve devletin bekası, ilmin gelişmesi ve millete hizmet düşüncesiyle yola çıkarak, Cumhuriyetimize, Devletimize, Vatanımıza sahip çıkmak her Türk insanının millî görevidir. Cumhuriyetin geleceği ise 70 milyonluk Türk insanının millî birlik ve bütünlüğü ile sağlanır. Millî Mücadele’den bütün dünyayı şaşkına uğratan bir zaferle çıkan Türk Milleti, devletini yeniden inşa ederken, en çağdaş devlet biçimini tercih etmiş, gelişmelerin yeni çalkantılara işaret ettiği o kuruluş döneminde Türkiye Cumhuriyeti, bölgede ve dünyada bir denge unsuru olabilmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti, bütünü ile Türklüğü yok etmek, dünya üzerinden silmek isteyenlere karşı yapılan Millet mücadelesinin, Türk İstiklâl Savaşı’nın eseridir. Cumhuriyetimizin dayanağı da 70 milyonluk yüce Türk Milletidir.

Sözlerimi benim hayat felsefemin tek ve değişmez gerçeği olarak kabul ettiğim şu sözlerle tamamlamak istiyorum: “Türkiye Cumhuriyeti Devletinin millî meselelerinde, cumhuriyet rejiminin korunması ve yaşatılmasında, devletimizin bütünlüğü ve bekası noktasında, mensubu olmakla gurur duyduğum, Türkiye Cumhuriyeti Devletinden yana olmak en büyük gururdur, şereftir ve erdemliliktir.”

NOT: Bu konferans, 23-34 Kasım 2002 tarihlerinde Atatürk Araştırma Merkezi Adına Adıyaman’da verilmiştir.

Yrd. Doç. Dr. Erol Kürkçüoğlu*

*Atatürk Üniversitesi Türk-Ermeni İlişkilerini Araştırma Merkezi Müdürü

Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 54, Cilt: XVIII, Kasım 2002

Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.


HIZLI YORUM YAP