SELMA ERDAL
Günün Getirdikleri
Onca hay huy arasında unutulup gitmesin ama 5 Şubat günü de anlamlı günler sıralamasında ön sıralarda gelir, gelmelidir bence... Çünkü bir 5 Şubat gününde
LAİKLİK ilkesi
ANAYASA'ya girmiştir, yıllardan 1937 tarihinde...
Ne yazık ki günler gelip, geçerken pek olunmuyor ayırdında böylesi önemli günlerin... Üstelik ayırdına varılmasın diye de koparılıyor ülkede türlü, çeşitli fırtına; pek çok olay "önemli" sayılıp alınıyor gündemde ilk sıraya...
Örneğin bugünlerde; Bolu'daki otel yangının külleri henüz sönmeden, Yunan'ın Santorini adasındaki yanardağın patlama olasılığı ülkenin en önemli gündem maddesi... Daha öncesinde de dizi oyuncuları çetesinin menajeri Ayşe Barın sorunsalı... Onların sektördeki tekeli ve kazançları nedeniyle; nice kelli felli köşe yastıkları bile pek çok yazıyı gazetelerdeki köşelerine taşıdılar. Her kim varsa piyasada; anlı, şanlı yazar tayfasından Ahmet Hakan'ından, Fatih Altaylı'sına kadar... Oysa ülkede yaşanan öyle olaylar var ki ama asla takılmaz kalemlerine, düşmez köşelerine bu saygıdeğer kalem efendilerinin... Halkın açlıktan midesi sırtına yapışmış; aldırış bile etmezler çünkü karınları tok, sırtları pek, yoktur onlara bu dünyada hiç bir beis... Ne gerek var böylesi alt tabakaların sıkıntılarına ilişkin açmaya bahis?
İşin gerçeği topçularla, popçuları ve illa ki dizi oyuncularını konuşmaktan da asla onların aklına gelmez takvimler 5 Şubat gününü gösterdiğinde; 1937 yılında,
LAİKLİK kavramının
ANAYASA'ya girişinin yıldönümü bile...
Takvimin 5 Şubat gününden girmişken söze...Yine bir 5 Şubat gününde ki bir kaç yıl öncesinde 5 Şubat 2018 gününde yazılı ve görsel medyadan öğrendiğimize göre... Sağlık Bakanlığı "nişasta şurubu"nu tartışmaya başlamıştı. Tartışma raporu; piyasaya, pardon medyaya sızmıştı. Neyse ki bu sızıntıya kimsecikler kızmamıştı; ne de olsa yurttaşlarını düşünen bir
DEVLET vardı ve ABD'den yapılacak dış alıma kota konacakmış diye gazeteler yazmıştı. 2019 yılının başında da bu dış alıma yüzde 1 sınırlandırma getirilmişti. Ardından da ambalaj içinde satılan besin maddelerinin içeriğine bakmadan satın almayınız ve iyice okumadan onları tüketmeyiniz uyarıları yapılmağa başlanmıştı.
Ama yine de...
Çok değerli yetkililer; siz önce bu lanet şurubu üreten, İznik Gölü'nün kıyısına konuşlandığı için ileriye dönük kirlilik bağlamında bizleri sürekli endişelendiren
CARGILL efendi hazretlerinin kapısına kilit assanız, acaba nasıl olur ?
Bu bağlamda sorarsak kendimize...
Neden önemli
LAİKLİK ? Elbette ki özgürce düşünen, özgürce inanan beyinler için...
Neden önemli
NİŞASTA BAZLI TATLANDIRICILARA KARŞI DURUŞ ? Elbette ki sağlıklı bedenler için...
Çünkü her geçen gün kanser illetine tutulanlar ve bu nedenle sağlığını yitirenler, sağlığını yitirmek nedir ki, yaşamını bitirenler çoğalıyor.
Uzmanlara göre en geç on yıl sonrasında; kanser nedeniyle kitlesel ölümler bekleniyor bu yapay tatlandırıcıların ve de GDO'lu besinlerin neden olduğu sağlık sorunları gerekçesiyle...
Durumlar her geçen gün böyle kötüye gittikçe; yapılaşmaya açılan tarım alanlarımız, soyu tükenen yerli tohumlarımız, dışa bağımlı beslenme nedeniyle açlıkla pençeleşmeğe yaklaşan halkımız... Bu karanlık gelecek; bana dünleri anımsatıyor ve aratıyor. Çünkü dünlerde bizler; umut dolu, paylaşımcı, idealist/ülkücü bir halk olarak bu ülkede yaşardık.
Özellikle 70'li yıllarda; eli kalem tutan, birazcık okuyan herkes ama herkes Anadolu'ya gidecek, ülkesini kalkındıracak, topraksız köylüye toprak dağıtılması için çabalayacak ve Doğu'da herkes gönüllü olarak görev yapacaktı.
O yıllarda kitaplar dolaşırdı elden, ele Anadolu halkının yaşadıklarını anlatan... Örneğin; Yaşar Kemal'in İnce Memed'i okunmadan HALKÇI olunmazdı. İnce Memed'in dağa çıkmasına neden olan ağaların ne menem bir bela olduklarını bilmeden, öğrenmeden, tanımadan köylüye yardım edilemezdi. Ve Doğu'daki A
ĞALIK düzeni kaldırılmadan köylü/maraba; aydınlığa, gönence kavuşamazdı.
Yine 70'li yıllarda Samim Kocagöz'ün yazdığı
BİR ÇİFT ÖKÜZ, Fakir Baykurt'un yazdığı
TIRPAN ve Bekir Yıldız'dan
KAÇAKÇI ŞAHAN okunmadan Anadolu'nun ve özellikle de Doğu ve Güneydoğu'nun sorunları anlaşılamazdı.
Daha sonraları nereden, nereye ?
O günlerde biz küçük burjuva ergenlerine "bu kitapları okuyun" diye bazen akıl, bazen öğüt veren
68'Lİ ABİLER, ABLALAR; bir de ne görelim 12 Eylül 1980 sonrasında öylesine değiştiler ki önceleri kendilerini
İKİNCİ CUMHURİYETÇİ diye tanıttılar. Sonra gördük ki çoğu Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet'e
KİNCİ ve pek çoğu da
BÖLÜCÜ, YIKICI, üstelik de en koyusundan bir
FAŞİST kadar
IRKÇI, son aşamada bizlere
CAN DÜŞMANI olacak kadar
YEDİ DÜVEL İŞBİRLİKÇİSİ olup, çıktılar.
Ve bir daha ne köylüyü, ne işçiyi, ne esnafı hiç umursamadılar; onların sorunlarına tamamen yabancılaştılar.
Günümüzde topraksız köylüyü, toprak sahibi yapmak şöyle dursun, tarım dışı amaçlarla kirletilen verimli tarlalar, tarım toprakları, bağlar, bahçeler, otlaklar, yeşil alanlar... Ve bunun getirisi de dışa bağımlı beslenme, yabanın ürettiklerine yaslanma , yine de Dünyanın gelişmiş 20 ekonomisinden birisi olmaya heveslenme...
Nasıl ki ülkenin büyümesi, yabancı sermayeye dayalıysa, ülkenin beslenmesi de dışa bağımlı. Ama biz Dünya genelinde ekonomisi gelişmiş 20 ülkeden birisiyiz. Gerçekten de öyle miyiz ? Acaba böyle emanet atla; daha ne kadar gideriz ?
Ne tarlada ürün, ne de tarlada üretecek köylü olmayınca; bir ülke kendi halkının karnını, kendi ürettikleriyle/olanaklarıyla doyurmayınca, o ülkenin gelişmişliğinden nasıl söz edebiliriz ?
Bu konuları hiç tartışmıyorlar. Ve o 68'li Abiler ve de Ablalar; artık akıl vermek, öğüt vermek şöyle dursun, hiç konuşmuyorlar. Kıyılardaki kentlerde; viskilerini yudumlarken, dünlerden çok daha başka düşler kuruyorlar.
Uğruna "devrim" yapmayı düşledikleri köylüyse, çok yıllar var ki kentlerin büyüsüne kapılıp, "kökenim şuralı ama 40 yıldır İstanbullu, Bursalı ve İzmirli" diyerek, kendilerine kentsoylu kimlikler biçip, kentli olmakla kıvanıyorlar.
Tarlaları kim sürecek, tohumu kim ekecek, bu ülkeyi kim besleyecek; hiç umursamıyorlar.
Nasılsa Dünyanın 20 Büyük Ekonomisi'nden birisi olan bu ülkede, bolluk bereket içinde; yabanın yetiştirdiği ürünlerle yaşayıp gidiyorlar. Ama ne zamana kadar ? Bu değirmenin suyu ne zaman tükenecek ? Akıtma su, değirmeni daha ne kadar döndürecek ? Bunu hiç düşünmüyorlar.
Dünya yansa, hasırları yanmaz kıvamında yaşayıp gidiyorlar.
Ekmek elden, su gölden deyiminin; gerçek olduğu bir düzende... Ekmeğin buğdayı bile yabandan geldiğine göre... Tengrim sonumuzu sen hayırlı eyle, amen !
Selma Erdal