Hititler: Anadolu’nun Çocuk Ve Hayvan Seven Kavmi
“Hititler....kumral, karmakarışık uzun dik saçlı, düz burunlu koca şeytanlar, her an gülmeye hazır, konuşkan baş eğmez insanlar. Ama aile hayatını, çocukları ve onların yaramazlıklarını, hayvanları seven iyi insanlar. Galatlar’ınki gibi kadınları alçak gönüllü gösterişsizdiler. Kocaları onlara büyük saygı gösterirdi. Büyük pencereli şehirleri yüksek tepeler üzerinde kurulmuştu.” (Fernand Lequenne, Galatlar, S.61)
“Hititler ışığı ve geniş alanları severdi. Steplerden gelen diğer kavimler gibi, beraberlerinde büyük Gök tanrısını (Tarhund) getirmişlerdi. Bu aynı zamanda yılan-ejderhayı öldüren çift baltalı gök gürültüsü tanrısıydı. Burada Hint-Avrupa uygarlıklarının Dyanus, Dyeus Zeus, Deus’unu ve Ural Altaylılar’ın Tengrisi’ni anmamız gerekir.” (S.62)
“Yakındoğu için çok yeni olan bir inanışları vardı. Bir ışık cennetine, adalete, hoşgörüye, ölümsüzlük veren kahramanca ve gönüllü ölüme ve insan özgürlüğüne bir pay ayıran derin fakat çok sert olmayan bir kehanete inanış.” (S.62)
“Hititler bir süre daha, başka yerde olmasa bile yayla üzerinde dayanır. Fakat M.Ö. 1200’e doğru birdenbire Marmara ve Ege kıyılarında ilk defa olarak, arabaları, kadınları ve çocuklarıyla gelmiş olan başka akıncılar görülür. Süt gibi beyaz derili, mavi gözlü, içkiye düşkün sarışın devlerdir bunlar. Gürültücü savaşçılarla dolu yüksek pruvalı gemileriyle bazıları adadan adaya Girit’e kadar giderler. Oradan Mısır’a uzanırlar. Bunlara doğru veya yanlış olarak Deniz Kavimleri adı verilir.”
(Fernand Lequenne, Galatlar S.63)
Hititler Anadolu’ya Nereden Gelmiştir?
Hititler’in Anadolu’ya nereden geldiklerine ilişkin tartışmalar bitmemiştir.
Kafkasya’dan mı yoksa Balkanlar’dan mı geldiler şeklinde süren tartışmaya çivi yazıları eklenince güneydoğu Anadolu ve Irak da girdi.
“Ferdinand Sommer, bir duanın baş kısmını tartışma konusu yapıyor. Bu dua, Hitit Kralı Muvatallis (M.Ö.1300) yazdırdığı bir dinsel-tören metninden alınmıştır:
Göklerin güneş tanrısı, insanlığın çobanı!
Denizden çıkıp yükselirsin göklerin güneş tanrısı!
Göklerde dolaşıp gidersin.
Göklerin güneş tanrısı, tanrım benim!
İnsanoğluna, köpeğe, domuza, kırların yaban hayvanına
Adaleti sen dağıtırsın her gün, ey güneş tanrı!
Burada dikkate değer nokta, ikinci dizedir: ‘Denizden çıkıp yükselirsin göklerin güneş tanrısı!’
Muvatallis zamanında Hititler en az 400 yıldan beri Anadolu’nun iç kesiminde oturmaktaydılar.
Anadolu’da oturan için ise güneş asla denizden çıkıp yükselmeyeceğine göre, bu seslenişte ancak geçmiş yüzyılların bir anısı söz konusu olabilir.
Fakat bu durum, her iki yön için de geçerlidir. Göçleri sırasında Hititler, Karadeniz’i de Hazar Denizi’ni de sol yanlarında görmüş olabilir.
İkincisi; bu Hint-Avrupa ulusunun kral adları, Hint Avrupa dilinden değildir. Başlangıçtan itibaren hep Protohattice’dir.
Aynı durum Hititler’in tanrı adlarında da görülüyor. Tanrı adları da ya Protohattice ya da Hurrice’dir. Bu da Protohatti halka ait öğelerin Hititlerce benimsendiğini gösterir.
Durumu egemen sınıfın yerli halkla kaynaşmak istemesi, sonra da meydana bileşik kültürü temsil yoluna gitmesi şeklinde açıklayabiliriz.
Fakat bu açıklama yeterince doyurucu değildir.
Üçüncüsü; ilk Hitit kralları zamanında Anadolu’da gelişmiş durumda birçok Asur ticaret merkezi bulunuyordu; en önemlilerinden biri de Kayseri yakınlarında bugünkü Kültepe idi.
Yığınla kil tablet buranın çok hareketli alışverişlere sahne olduğunu tanıtlıyor. (Bu tabletler, ilkin Kapadokya diliyle yazılmış sanılmıştı).
Hitit halkının başlangıçtan itibaren belgelerinin ve haberlerinin çoğunu Babil-Asur çivi yazısıyla yazmış olması da yadırgatıcı bir durumdur. Üstelik bu yazı ticaret merkezlerinde tüccarların kullandığı yazıdan da değildir.
Bambaşka bir yazı biçimidir. Başka hiçbir yerde görülmemiştir. Bu bakımdan, her halde çok eski bir yazı olması gerekir.
Hititler ister kuzeydoğudan, ister kuzeybatıdan gelmiş olsunlar, böyle bir çivi yazısını birlikte getiremezlerdi. Çivi yazısı Güney Mezopotamya’nın bir icadıdır. Öyleyse bu yazıyı nereden almış olabilirler?
Bunun yanıtı, Boğazköy çivi yazılı Hititçe tabletlerinin çözümlenmesinin tarihinde yatar. Hititler’in kendi dillerinde, fakat yabancıdan aldıkları Asur çivi yazısıyla yazdıkları metinlerdir bunlar.
((C.W.Ceram adını kullanan) Kurt W.Marek, Tanrıların Vatanı Anadolu, S.72-73)
Hititler Hititçe Mi Konuşuyordu?
Hititler resmi yazılarında başkalarından alınma bir dil ve yine başkalarından alınma bir yazı kullanmışlardı. Bu dil o zamanın diplomat dili Akadca’ydı, yazı da Babil-Asur çivi yazısı.
Bir kısım tabletlerde ise yine başkalarından alınma aynı çivi yazısı vardı, ama bu defa Hititler, kendi dillerini kullanmışlardı. Dr. Friedrich Hrozny de bunları okudu.
Kanun, tıp, hukuk, din, kralların ve ulusların yaptığı işler, töreler ve görenekler bu ulusal dille anlatılmıştı.
((C.W.Ceram adını kullanan) Kurt.W.Marek, Tanrıların Vatanı Anadolu, S.69)
Hattusas’ın Güçlü Kralları...
“Kenti fırtınalı bir gecede aldım; ancak burada elime geçen sadece yaban otlar oldu. Benden sonra kral olacaklardan her kim, Hattusas’ı yeniden canlandırırsa onu göklerin fırtına tanrısına havale ettim.”
“Küçük Hattusas kalesinin beyini yenip kenti yerle bir eden Kussara Kralı Anittas’ın bir tabletinde böyle yazılı. Bu lanet, eski Hitit dilinde uzun bir tapınak yazısının içinde bir parçadır.
Ne var ki, aldırış eden olmamış bu lanete; M.Ö.1800’lerde Hattusas eskisinden daha büyük ve daha güzel olarak yeniden kurulmuş.
O zamanlar Küçük Asya, Suriye ve Mezopotamya’da ulusların nasıl dalgalanmalar meydana getirdikleri konusunda bilgimiz çok az. Sargon’un imparatorluğu (M.Ö.2300 yılları) yıkılalı hayli zaman olmuştur; Asurlular’ın Küçük Asya’ya sokulmaları giderek güçlenmektedir (başlıca yerleşme merkezleri Kültepe’dir).
Şehir devletleri ve küçük krallıklar birbirleriyle sonu gelmez savaşları sürdürmekte, savaş ortaklıkları yapılmakta, arada sırada kısa ömürlü antlaşmalar ortaya çıkmakta, ama asla sürekli, güçlü ve siyasal bakımdan etkili bir büyük güç oluşamamaktadır.
Bu durum Hititler kuzeyden akıp gelince birden değişiveriyor. Hititler, kuzeydoğudan mı yoksa kuzeybatıdan mı gelmişlerdi? Bunu henüz kesinlikle öğrenemediğimiz gibi, geldikleri zaman asıl adlarının ne olduğunu da bilmiyoruz. Fakat bildiğimiz bir şey varsa, bunların Hint-Avrupa kökenli bir ulus olduklarıdır.
Kuşkusuz birkaç bin kişiden fazla değildiler, fakat buranın yerli halkı Proto-Hattiler’’den daha gelişmiş ve daha becerikli oldukları hemen anlaşılıyor. Meydana çıktıkları andan itibaren siyasal yönetim ile askeri güç arasında çok ender dengesizlik gösteriyorlar.
Başka bir deyişle, öylesine güçlü oluyorlar ki, yayılmalarına karşı çıkmayı kimse göze alamıyor. Ayrıca siyasal açıdan büyük yetenek sahibi oldukları besbelli. Öyle ki, çiğneyip geçtikleri ulusları köle yapmıyor, aksine onları bir sadakat ilişkisi içinde eritmeyi başarıyorlar.
Gariptir, ilk Hitit kralları soylarını Kussara hanedanına dayandırmaya önem vermişler, ataları olarak da Hattusas’ı yıkmış ve burayı yeniden kurmaya kalkışacak olanı lanetlemiş bulunan Kral Anittas’ı benimsemişlerdir.
Devletin kuruluşundan 150 yıl kadar sonra bir hükümdar, fermanlarının birinde, ülke çapında giriştiği yeni eylemlerin zorunluluğunu açıklamak için tarihsel bir giriş yapmamış olsaydı,bugün Hititler’in ilk gerçek karlları hakkında pek az şey bilecektik. Bu hükümdar Telipinus’du ve devletin babaları olarak fermanında üç hükümdarın adını veriyordu:
Labarnas, I.Hattusilis, I.Mursilis.
Labarnas adı daha sonra kral’la eşit anlam kazanıyor –tıpkı Sezar, Kayzer, Çar gibi_. Bunlardan öncekiler, I.Tudhaliyas ile Pusarrumas, tarih öncesinin sisleri altında kaybolmuş gibidirler, egemenlik tarihleri kesinlikle bilinmiyor. Bilgiler yetersiz de olsa Hitit devletinin kurucusu olarak Labarnas’ı kabul ediyoruz.
‘Ve ülke çok küçüktü... Ne yana sefer açsa, hemen güçlü ordusuyla düşman bir ülke yolunu kesiyordu.’
Buna rağmen Labarnas, şehir devletleri ve küçük krallıkları daha büyük yeni bir siyasal birlik içinde toplamayı başarıyor, sınırlarını batıya doğru genişletiyor, etki alanını kuzeye ve güneye yayıyor, belki de denizlere kadar uzanıyor.
Bazı kaynaklar ilk kez onun, kendi soyundan geleceklere bir ölçüde tahta çıkmak güvencesi sağlayacak biçimde krallık töresi kurduğunu bildiriyor. Bu güvence, kralın yerine geçecek olanı ataması hakkıydı.
Bu bakımdan oğlu I.Hattusilis (M.Ö.1650-1620), kendisinden sonra tahta çıkabilmiş ve bazı hamleler yapmasına elverişli bir siyasal ortam bulabilmiştir. Güney sınırında bir tampon devlet yaratabilmek için Halep üstüne yürüyor. Fakat düşmanı önünde değil, ardında, kendi sarayındadır.
Halep seferinden hasta bir olarak dönünce, aynı zamanda siyasal vasiyetnamesi de diyebileceğimiz ve ilkçağ dünya edebiyatında eşine ender rastlanır düzeyde kişisel şikayetnamesini yazdırıyor.
Bu son sözlerinde şiirsel nitelikte bir yakınış vardır:
‘Büyük kral Labarnas, kurultaya ve soylulara şöyle seslendi:
Bundan böyle ben hasta biriyim artık. Sizlere ‘tahta çıksın diye’ genç Labarnas’ı takdim ettiğim zaman, onu oğlum bilmiş, kucaklamış, yüceltmiş, hatta şımartmıştım.
Ama bu delikanlının hastalığım sırasında öyle davranışları oldu ki, anlatılır gibi değil.
Ne gözünden yaş geldi, ne de en ufak bir acıma belirtisi gösterdi.
Soğuk ve katı yürekliydi.
O zaman ben, kral, kendisin son bir kez daha sınamak istedim ve hasta yatağıma çağırttım.
Böyle bir durumda bir yeğenin bile öz oğulmuş gbi yakınlık göstermesi gerekmez mi?
Ama ne gezer!
Delikanlı, kralın sözüne aldırış bile etmedi.
Ama anasının sözlerini, o yılanın sözlerini can kulağıyla dinliyordu.
Zaman zaman kardeşleriyle hemşireleri de ona kötü laflar taşıyıp duruyorlardı. Ben kral, bunların hepsini öğrendim.
Madem ki öyle, o halde dişe diş, dedim.
Artık bu iş bitsin! O benim oğlum değil artık! Bu sefer de anası bir inek gibi bağırmaya başladı:
‘Vay benim tosunumun başına gelenler!Mahvettin bizi, anlaşıldı, niyetin onu öldürmek senin!’
Peki ama, ben kral, ona hiç kötülük yapmış mıydım? Onu rahipliğe yükselten ben değil miyim?
Hep onun iyiliğini istemiştim, hep buna yol göstermiştim. Fakat o hiçbir zaman kralın dileklerine karşılık vermedi.
Sadece hep kendi isteklerini kolladı; böyle yalnızca kendini düşünen biri, Hattusas’ı sevebilir mi?’
Kral ölmek üzereyken, yerine geçmesi için hemen başka birini önerir ve yeteneksiz bulduğu oğlunun yerine torunu Mursilis’i aday gösterir. Daha önce de asıl oğluyla kızını cezalandırmayı unutmaz, gelirlerini azaltır, belirli bir yerde oturmak üzere sürgüne yollar. Sonra da bir prensin doğru eğitimi üzerine görüşlerini sıralar.
Yeni seçilen halefine öğütler verir. İstedikleri şunlardır: Sürekli sarayın içinde yaşayacaksın, ama yine de hep alçakgönüllü davranacaksın; yiyeceğin ekmek, içeceğin su olmalı; şarap içmeyi ancak çok yaşlandığın zaman düşüneceksin; ‘o zaman iç içebildiğin kadar!’
M.Ö.1620 yıllarına ait bu şikayetname ve vasiyetname karışımı yazı, eskiçağ biliminin bir muammasıdır. Dildeki bu duruluk, yakınışla yol gösterici öğütlerin, hikaye ile diyaloğun büyük bir sanat gücüyle kaynaştırılması öyle birdenbire doğmuş olabilir mi?
...
I.Mursilis M.Ö. 1620-1590 yılları arasında hükümdarlık etti. Sağlam bağlardan yoksun şehirdevletler federasyonunu yeniden örgütleyerek Hitit İmparatorluğu’nun asıl korucusu oldu. Böylece firavunlar imparatorluğunun kuzeydoğusunda, Mezopotamya İmparatorluğu’nun kuzeybatısında ilk kez doğunun üçüncü büyük siyasal gücü ortaya çıktı.
Halep’i ele geçiriyor, Babil üzerine yürüyerek burayı da fethediyor. Böylece Hatti adını herkesin korktuğu bir söz haline getiriyor. Ama, bu sefer, tıpkı Büyük İskender’in Hindistan’ı Alman İmparatorunun İtalya’yı ve Kudüs’ü, İsveç Kralı 12.Karl’ın ve Napolyon’un Rusya’yı fethe kalkışması gibi hem kahramanca, hem de akılsızca bir hareketti, çünkü Hattusas’tan 2000 km. uzaktaki Babil’i elinde tutamayacağı besbelliydi, nerede kaldı imparatorluğuna katması!..
1590’da yurduna döndükten kısa bir süre sonra eniştesi tarafından öldürüldü. Bu tarih Hitit tarihindeki ender sağlam noktalardan biridir; ilk Babil hanedanının yıkılışı hakkında Babil kaynaklarının verdiği bilgiye tıpatıp uymaktadır.
Ondan sonra tahta çıkmış Hantilis, Zidantas, Ammunas, Huzziyas gibi kulağa yabancı gelen adların etrafında sadece saray entrikaları, kansoylular ve rahiplerin kralla yaptıkları iktidar kavgaları vardır...
Tahta çıkmayı tayin eden etmen, artık baba ve kardeş katilliği olmuştur; siyasal hayatı ise ikbal düşkünü dullar, iktidar hastası prensler, yaşı küçük hükümdarların arkasında dolaplar çeviren kral naipleri düzenlemektedir. Krallığın gelecek için duraksamalar uyandıran böylesine bir döneminde kurtuluş çaresi ancak hükümdarlık haklarını ve tahta çıkmayı sağlam ilkelere bağlayacak bir düzenin kurulmasıydı.
Böyle bir girişim için zorunlu seçkin anlayışı ve beceriyi gösteren, bu sayede, yeni bir düzen kurmayı başaran Telipinus oldu. Onun gerçekleştirdiği tipik bir meşruti monarşiydi. Hanedanın erkekleri için sırayla tahta çıkmak güvencesi sağlanmıştı, ama yargı hakkı soylular meclisine bırakılmıştı.
Bu hak gerektiğinde kralı bile yargılayacak derecede genişti. Eğer hanedandan biri öldürülür ve bu cinayette kralın parmağı olduğu şüphesi belirirse kendisine uyarıda bulunabiliyor; eğer cinayeti onun işlettiği kanıtlanırsa kral hakkında ölüm cezası verebiliyordu.
Telipinus, kral haklarına geçerlilik sağlama gücünü elde edince, hükümdar sarayında öylesine sağlam bir düzen gerçekleştirdi ki, krala karşı meclisin olanakları azaldı, ancak apaçık bir cinayet olayında yetkisini kullanabilir hale geldi.
Öte yandan Hitit krallık kavramının, Doğu ülkelerinde çok yaygın ve hatta bazı Hint-Avrupa uluslarında bile görülen tanrıya benzerlik, ya da tanrıyı yeryüzünde temsil etme gibi öğelerden uzak oluşu da başka bir ilginç özelliktir.
(Kurt W.Marek. Tanrıların Vatanı Anadolu, S.91-97)