Mehmet Hayati ÖZKAYA
EN BÜYÜK SAVAŞ, CAHİLLİĞE KARŞI YAPILAN SAVAŞTIR!
Takvimler 1920’yi gösterdiğinde Osmanlı devletine başkentlik eden üç büyük şehir Bursa, Edirne, İstanbul ne yazık ki düşman ayaklarının altında çiğnenmekten kurtulamamıştı. Altı asırlık bir ömür hiç de kabul edilemeyecek bir şekilde tarih sahnesinden çekilirken şanla, ihtişamla dolu hatıralar yerini boynu bükük bir perişanlığa bırakmıştı.
Hele Osmanlının doğuşuna şahitlik eden Bursa’nın 8 Temmuz 1920’de işgali Türk’ü kalbinden yaralamış, ona acıların, kederlerin en şiddetlisini tattırmıştı.
Büyük şairimiz Mehmet Akif Ersoy bu kahredici durumu “Bütün dünyaya küskündüm…” diyerek başladığı
Bülbül şiirinde anlatırken bunalmış bir vaziyette, gün batımına yakın şehirden çıktığını söyler. Yalnız başına kırlarda dolaşır, biraz sonra karanlık basar. “Işık yok, yolcu yok, ses yok” tur. Her taraf sessizliğe gömülmüşken şair hâtıralara dalar, şanlı mâziyi anar. Neleri kaybetmiş olduğumuzu, ne günlere kaldığımızı düşünür. İşte tam o sırada sessizliği bozan, vadiyi inlemelerle dolduran, uzun bir bülbül feryadı işitilir. Bu yakıcı nağmeler bütün tabiatı etkisi altına aldığı gibi şairimizi de derinden etkiler. Ona göre bu feryat, bu figan âdeta Türk milletinin içinde bulunduğu durumu anlatmaktadır. Bunun üzerine sesini duyduğu ama kendisini göremediği bülbülle milletinin adına bir sohbete başlar:
“-Eşin var, âşiyanın var, baharın var ki beklerdin;
Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin?
0 zümrüd tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun;
Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun,
Bugün bir yemyeşil vâdi, yarın bir kıpkızıl gülşen,
Gezersin, hânümânın şen, için şen, kâinatın şen.”
diyerek kendi hâlimizle bülbülün hâlini karşılaştırır ve bülbülün bu kadar şen ve şakrak bir hayata sahipken neden hâlâ ağlayıp inlemekte olduğunu bir türlü anlayamaz, şaşırır. Hâlbuki Türk milleti perişandır. Vatanı düşman ayakları altında inim inim inlemekte, aydınlığa hasret kalan ufukları karardıkça kararmaktadır. Hâl böyleyken şaire göre bülbülün ağlamaya hakkı yoktur. Ağlayacak, inleyecek, yas tutacak bir varsa o da Türk milletidir. Zaten şiirin son dizesinde de bunu haykırır:
“Benim hakkım, sus ey bülbül senin hakkın değil matem!”
Haklıydı Akif. Çünkü İngilizlerin denetimi altındaki güzel Bursa, Yunan ordusu tarafından işgal edilir. Sefil Yunan Bursa’ya girer girmez Osmanlı devletinin kurucularından Osman Bey’in, Orhan Bey’in türbelerini çirkin ayaklarıyla çiğnemiş, Yıldırım Bayezid Han’ın yaptırdığı Ulu Cami’yi yakmıştır.
Bu terbiyesizlikler, bu zulüm Türk halkı tarafından büyük bir şaşkınlıkla izlenirken, Bursa’daki azınlıklar büyük bir sevinç ve gururla Yunan ordusunu alkışlamaktaydı. Daha kötüsü ise asla kabul edemediğimiz yerli işbirlikçilerin aşağılık tavırlarıydı. İşte size o günlerin görgü tanıklarından Mehmet Şimşiroğlu’nun anlattıklarından küçük bir kesit: “Yunan kumandan geldi, atından indi. Belediyenin camiye bakan mermer basamaklarından çıktı. Osman efendizade Cemil Bey orada duruyordu. Başkaları da vardı… Tokalaştılar. Bizim Türk bayrağını indirdiler, Yunan bayrağını çektiler. Cemil Bey, kendisi bizzat çekti.”
Bu Cemil Bey denen adam aynı zamanda Bursa merkezli Özerk Anadolu Devleti projesinde de aktif rol oynayanlardan biridir. İngiliz menşeli bu projeye göre İstanbul, Müslümanların dini merkezi olarak yeni bir sisteme sahip olacaktı. Devletin başkenti Bursa’ya taşınacaktı. Bu sayede İslam dünyasının kontrolü daha kolay bir şekilde sağlanacaktı.(Daha ayrıntılı bilgiye dipnottaki adresten ulaşabilirsiniz.)
Bursa’da bunlar olup biterken Ankara’da Büyük Millet Meclisinde, Bursa’nın işgali üzerine büyük tartışmalar yaşanır. Yurdun birçok yerinde gösteriler düzenlenir. 10 Temmuz 1920’de Meclis Başkanlığına 31 milletvekili tarafından verilen önergeyle Bursa’nın işgalini protesto etmek amacıyla oturuma yirmi dakika ara verilmesi ve başkanlık kürsüsünün “puşide-i siyah” (siyah örtü) ile örtülmesi teklif edilir. Teklif oylanıp kabul edilir. Bu örtü 2 sene 2 ay 2 gün boyunca kürsüde kalır ve kurtuluş ümidini yaşatan Türk milletinin azmini ve iradesini diri tutan önemli bir sembol haline gelir.
İşte ya istiklâl ya ölüm denilen o günlerde, Türk’ü ortadan kaldırma planları yapanlara, aziz Atatürk şöyle sesleniyordu:
“Hiçbir kuvvet, mazlum Türk milletini kendi hakkını kendi eliyle istihsalden menedemeyecektir ve emperyalist devletler bilmelidirler ki iradeyi milliye her müşküle galebe çalacaktır.” Ardından da : "Türk'ün haysiyet ve izzeti nefsi ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa mahvolsun daha iyidir.”
Evet, Türk ordusu Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın öncülüğünde 26 Ağustos 1922’de Büyük Taarruz ile işgal altındaki vatan topraklarını bir bir istiklâline kavuştururken İzmir’in dağlarında çiçekler açar, artık Mehmet Akif için de matem bitmiştir. Gerçi o, memleketin en karanlık günlerinde bile Türk ordusunun büyük işler başaracağına iman eden bir şair olarak İstiklâl Marşımızı yazmış ve
“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım,
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!” demişti…
Ancak bülbüller hâlâ ötmektedir. Lakin bu sefer engin vadilerde değil bir sevdanın sesiyle altın kafeslerdedir...
“Bülbülüm altın kafeste aman
Öter aheste aheste…
Ötme bülbül yârim hasta aman,
Ah neyleyim şu gönlüme, hasret kaldım sevdiğime…”
Evet, bülbüller öte dursun biz dönelim 9 Eylül 1922’ye.
Belkahve sırtlarından İzmir’e gelen Mustafa Kemal’e çevresindekiler övünçle seslenirler:
“Başardık Paşa’m, zaferle bitti...”
Atatürk, “Hayır” der ve şöyle devam eder:
“Asıl mücadele şimdi başlıyor...”
Hâlbuki asıl mücadeleyi Mustafa Kemal, Sakarya Savaşından kısa bir süre önce, 15 Temmuz 1921’de Maarif Kongresini düzenleyerek başlatmıştı. Dünya tarihinde eşine benzerine bir daha rast gelemeyeceğimiz bu kongreyi bir ölüm kalım savaşının ortasında, yarını bugünden planlayan bir anlayışla, dosta düşmana, biz zincirlerimizi zaten kırarız, kıracağız. Asıl işimiz eğitimdeki eksikliğimiz gidererek güçlü ve uygar bir devlet kurmaktır, tezini ilan ediyordu.
Peki, Mustafa Kemal Paşa neden buna ihtiyaç duymuştu? Çünkü eğitim öğretim konusunda sınıfta kalmıştık. Bugün herkes tarafından gayet iyi bilinen gerçekler çok net bir şekilde karşımızda duruyordu. Yalnızca şu noktaya dikkat etmemiz bile halimizin nice olduğunu anlatmaya yetiyordu: Erkeklerin % 5’i, kadınların binde 5’i okuma – yazma biliyordu. Okul yaşı gelen her dört çocuktan zaten üçü okula gitmiyordu. Okur-yazar erkeklerin çoğunluğu, subay veya gayrimüslimdi. Hal böyleyken bu konuda uzun uzun konuşmaya, birtakım istatistiki verileri yazmaya gerek yok diyerek I. Maarif Kongresine dönelim. Ama önce Gayrimüslim diye adlandırılan azınlıkların okulları ile ilgili küçük bir bilgi notu vereyim: Osmanlı devleti sınırları içerisinde Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler gayet rahat bir şekilde eğitim öğretim faaliyetlerini yürütmekteydi. Sayı bakımından Rum okulları birinci sıradaydı. Rumeli’deki ve Anadolu’daki okullarının sayısı Birinci Dünya Savaşı öncesinde 3500’e kadar yükselmişti. 1790 yılından itibaren Ermeniler de İstanbul’da okul sahip olmuştur. 1871 yılına geldiğimizde Ermenilere ait açılan okul sayısı sadece İstanbul’da 48’di. Anadolu’da ise 469’du. Bu sayı Birinci Dünya Savaşı öncesinde 2500’e kadar çıkmıştır. Yahudilerin de hem okulları hem de kültür merkezleri mevcuttu.
Bize gelince, ne yazık ki öyle parlak rakamlar veremiyorum. Zaten yukarıda belirttiğim okuryazarlık durumumuz her şeyi anlatıyor. Hem merak edenler varsa Türk Eğitim Tarihi
ders kitabına müracaat edebilirler.
Biz dönelim I. Maarif Kongresine…
14 Aralık 1920’de Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi (Tanrıöver) dir. Onun döneminde başkanlığını Yusuf Akçura’nın yaptığı, üyeleri arasında Ziya Gökalp’ın da bulunduğu “Telif ve Tercüme Heyeti” adıyla bir kurul oluşturulmuştur. Bu kurul 25 Mart 1921’de yaptığı ilk toplantısında eğitim alanında çözülmesi beklenen birçok meselenin çözümü için bir milli eğitim kongresinin düzenlenmesini tavsiye etmiştir.
Bu tavsiye TBMM hükümeti tarafında uygun görülmüş ve Milli Mücadelenin en sıcak günlerinin yaşandığı Ankara’da bir Maarif kongresi toplanmasına karar verilmiştir. Eğitim Bakanlığıyla Öğretmenler Birliğinin ortaklaşa gerçekleştireceği toplantı için hazırlıklar yapılmış ve 15 Temmuz 1921’de Ankara Darülmuallimin (erkek öğretmen okulu) Konferans salonunda kongre açılmıştır. Bu kongreye, Bakanlığın merkez teşkilatının yanı sıra Ankara hükümetinin kontrolü altında bulunan ve işgal altında bulunmayan 25 ilin Eğitim Müdürü ile Türkiye Muallimler ve Muallimler birliğinin üyelerinden oluşan 40’ı kadın, 180 eğitimci katılmıştır.
Kongreye Mustafa Kemal Paşa da batı cephesinden gelerek iştirak etmiş ve Türk eğitim tarihi açısından çok büyük önem taşıyan bir açış konuşması yapmıştır. “Muhterem Hanımlar, Efendiler,” diye başladığı konuşmasında Türkiye’nin milli maarifinin kurulmasını istemiş ve milli maarifin anlayışını da şöyle tarif etmiştir:
Şimdiye kadar takip olunan tahsil ve terbiye usullerinin milletimizin gerileme tarihinde en önemli etken olduğu kanaatindeyim. Onun için bir milli terbiye programından bahsederken eski devrin batıl inançlarından ve doğuştan sahip olduğumuz özelliklerle hiç ilgisi olmayan yabancı fikirlerden, Doğudan ve Batıdan gelebilen bütün etkilerden tamamen uzak, milli ve tarihi özelliğimizle uyumlu bir kültür demek istiyorum.
…
İstikbal için hazırlanan vatan evlatlarına, hiçbir zorluk karşısında teslim olmayarak, sabırla metanetle çalışmalarını, ebeveynine (ana-baba) de yavrularının tahsili için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamalarını tavsiye ederim.
Bu görev sizlere, öğretmenlere düşüyor. Hükümetimizin siz öğretmenlerin refahını temin edemediğini biliyorum. Fakat milletimizi yetiştirmek gibi mukaddes vazifeyi yerine getirirken metanetle yürüyeceğinizden şüphem yoktur. Vazifeniz pek mühim ve hayatidir.
Muvaffak olmanızı Cenab-ı haktan temenni ederim.”
İşte cehaletle yapılacak savaşın ilk adımı hem de savaşın tam ortasında böyle atılmıştı. Hatta 12 gün sürmesi planlanan kongre Batı Cephesindeki çarpışmaların şiddetlenmesi üzerine yedi günde bitirilmişti. Artık başarılı olmamak diye bir şey söz konusu dahi olamazdı. Lakin bu iş öyle çokta kolay değildi. Nitekim TBMM’de birtakım olumsuz düşüncelere sahip milletvekilleri hemen ortaya çıkıvermiş ve toplantıya katılanlara ödenen yolluklarla, kadın erkek öğretmenlerin beraber oturmalarını tartışmaya açmışlardı. Bu konuda açılan soruşturmada Hamdullah Suphi Bey ağır biçimde eleştirilmekten kurtulamamıştı. Ardından da bir güven oylaması yapılmasına karar verilmişti. Yapılan oylamada milletvekillerinden 75’i güvenoyu, 68’i güvensizlik oyu, 5’i de çekimser oy vermiştir. Hamdullah Suphi Bey güvenoyu almasına rağmen yüksek oranda oy almadığı düşüncesiyle 12 Kasım 1921 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığından istifa etmiştir.
Gördüğünüz gibi garip bir anlayışı yıkmak, bir zihniyeti değiştirmek öyle pek de kolay olmamaktadır. Kadınla erkeği yan yana getiremeyen bu ucube düşünce biçimi ne yazık ki günümüzde de hükmünü sürdürmektedir. Hâlbuki Atatürk ölüm kalım günlerinde bile eğitimi düşünmekte “Milli Eğitim programımızın, Milli Eğitim siyasetimizin temel taşı, cahilliğin yok edilmesidir. Cahillik yok edilmedikçe, yerimizdeyiz…” demektedir. Çünkü ona göre, “Eğitimdir ki, bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır ya da esaret ve sefalete terk eder.”
Demek ki eğitimden uzak kalmak esaretle ve sefaletle eş değerde sayıldığına göre Kahramanmaraş merkezli yaşadığımız depremi asrın felaketi diyerek takdim edip birtakım bahaneleri öne sürerek yükseköğretimi perişan etmek çok da akılcı bir çözüm değildir. Unutmayınız ki bugüne kadar yapılanların, yapılması gerekenlerin ve yapılacak olanların daha iyisini, daha güzelini düşünmek için de yine eğitime ihtiyacımız vardır.
-------------------------------------------------
Saime Yüceer, Kurtuluş Savaşı Yıllarında Bursa, Türkiye Günlüğü dergisi, Ank. S.149, Kış 2022 s. 161
Saime Yüceer, a.g.e, s.168
Ersoy Taşdemirci, Türk Yurdu dergisi Ekim 1997, S 122, s.82-83
Zehra Yaşayan, Filiz Topçu Türk Eğitim Tarihi Ders Kitabı, MEB Yay. 2016
Fahri Kılıç, I. Maarif Kongresi, Türkiye Günlüğü dergisi, Ank. S.150, Bahar 2022 s.225-229