Bölücülük ve TV Dizileriyle Dönüştürülen Türk Halkı
Dr. E. Kur. Alb. Ömer Lütfi Taşcıoğlu
Sayın Sezgin; Diyarbakır’la ve Türk dizileriyle ilgili ilginç yazınızı okudum. Birkaç husus da ben ilave edeyim:
Diyarbakır’da başta tarihi surları olmak üzere hangi tarihi eserin üzerindeki yazıyı okursanız Artukoğulları Sultanı Nasirüddin Salih bin Muhammet tarafından yapılmıştır, ya da Akkoyunlu Uzun Hasan tarafından yapılmıştır..v.b. ifadeleri görürsünüz.
Karadeniz ile Mezopotamya‘yı ve Doğu Anadolu ile Güneydoğu Anadolu’yu birbirine bağlayan stratejik önemiyle ve sahip olduğu zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla iştah kabartan bu bölgeye Ermeniler Tigranakert adını veriyorlar ve Kürtler aracılığıyla bölgeyi ele geçirmeye çalışıyorlar.
Güneydoğu Anadolu bölgesi ve özellikle Van ve Diyarbakır Türklerden ele geçirilirse Ermeniler ile Kürtler arasında paylaşılması konusunda Ermenistan Taşnak Partisi ile HDP ve DBP(BDP) arasında yapılmış protokoller var. Bu protokoller benim 15 Nisan 2015’te çıkan Ermeni meselesi ile ilgili kitabımda detaylı olarak var. Bölgede Ermenilerin taşınmaz alımı yabancı uyruklu Ermeniler ve kriptolar aracılığıyla sürdürülüyor.
Diyarbakır’ın Sur ilçesi ise ilk kez sokak levhaları Ermeni isimleriyle değiştirilen ve BDP’li Belediye Başkanı tarafından girişine Ermenice “Diyarbakır’a Hoş Geldiniz” levhası asılan ilçe. Ekte ilgili fotoğrafları bulabilirsiniz.
Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu PKK lıların ancak %10 unun müslüman olduğunu açıklamıştır. Cami yakma olayları bile PKK’nın, HDP’nin ve DBP’nin tamamına yakınının Kripto Ermeni, Süryani ve Yezidilerden oluştuğunu Türk milletine anlatamıyorsa yapabileceğimiz çok bir şey yok. Kürt meselesi denilen meselenin aslında Kürtlükle ilgisi yok. Kürtçülük “Kürt Alevi” kimliğiyle kendilerini gizleyen aslında Alevilikle hiçbir ilgisi olmayan Kripto Ermenilerinin geçmişin rövanşını almak için kullandıkları bir araç.
Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu Alevilerin Türk kökenli olduğunu, kendilerini Kürt-Alevi olarak tanımlayanların ise %99’unun kripto Ermeni olduklarını açıklamıştır. Nitekim Türkmen Alevi Bektaşi Vakfı Genel Başkanı Özdemir Özdemir 27 Ekim 2015’te yaptığı açıklamada aşağıdaki ifadeleri kullanıyor:
“Anadolu Alevileri bugüne kadar hiç devletine başkaldırmamış bir toplumdur. Hiçbir Alevi cana kıymaz, bu dinimizde de yoktur. Son günlerdeki bir takım terör olaylarına karışan, PKK’ya katılan, sözde kendine Aleviyim diyen yurttaşların hepsi kripto Ermeni’dir. Bu kripto Ermeniler yıllardır bu ülkede Alevi toplumunu sürekli kötü göstermek için ellerinden geleni yapmışlardır. Oysa ki bunların kimliklerine indiğimiz zaman Ermeni kökenli oldukları ortaya çıkmaktadır”.
Bu konu son çıkan kitabımın (Türk Ermeni İlişkilerinde Tarihi, Hukuki ve Siyasi Gerçekler) 299-333. sayfaları arasında belgeleriyle anlatılıyor. Belki 30 yıldır bu konuyu dilim döndüğünce anlatmaya çalışıyorum. Ama insanımızı uyarma konusunda bir karış bile yol kat edemedim. Buna karşılık hainler her gün yeni bir kazanım elde ediyorlar. DBP (BDP) ve HDP’lilerin söz konusu faaliyetleri ile ilgili ibretlik birkaç resmi eklerde gönderiyorum. Bunlar da Türk milletini uyandırmayacaksa ne uyandıracak bilemiyorum.
İletinizde değindiğiniz 2. Konu TV dizileri ile ilgili olduğu için bu konuda da bazı bilgiler verme ihtiyacı duydum.
TRT’nin Kartal filminden duyduğunuz endişeden bahsetmişsiniz. Çok haklısınız. Bizde Kurtuluş Savaşı ve tarih dizileri düşman kavramını yok etmek ve özellikle Rumlar ve Ermeniler olmasa bu vatanı kurtaramayacakmışız mesajını vermek için çevriliyor. Ne hikmetse dizilerdeki bütün hainler, katiller, alçaklar, tecavüzcüler, tefeciler, entrikacılar Türk; bütün karakter sahibi, dürüst ve yardımseverler ise Rum ve Ermeni olarak tanıtılıyor. Ayrıca sürekli-Türk-Ermeni, Türk-Rum aşkı işleniyor. Tek bir dizide 7 tane Türk-Rum aşkı saydım. Ne hikmetse Türk Türk’e aşık olamıyor. Ama bir Kıbrıs şehidinin oğlu bir Rum kıza aşık ediliyor ve “biz bir elmanın iki yarısıyız” diyorlar. Kahramanlık dizilerimizde bize İzmir’i Yunan askeri üniforması giymiş Türklerin yaktığı yalanı öğretiliyor. Bir dizi karakteri “ben Ortodoks Rum’um” dediğinde diğer karakter “sizde bir İzmirlilik olduğunu anlamıştım” diyor. Özellikle Ege bölgesinde yerleşim yerlerinin isimleri Rumcaya dönüştürülüyor, düzenlenen festivallere Yunanca isimler verip kızlarımızı eski Yunanlılar gibi giyindiriyoruz. Kaplıcalara Yunanca isimler veriyoruz. Yunan tanrı ve tanrıçalarının heykelleri ile donatıyoruz. Böylece geçmişte Ege bölgesinde hiçbir devlet kurmadıkları halde, Ege kıyılarına geçerek İyonya’lılara yaptıkları talanlardan elde ettikleri birkaç kap-kacağı bu bölgede yaşadıklarının delili olarak ileri süren Yunanlılara Ege bölgesini adeta altın tepsi içinde sunuyoruz. O bölgede bulunan ünlü tarihçi Heredot’un “bu bölgeye ilk yerleşenler Orta Asya’dan gelmeydi” dediğini zaten hiç bilmiyoruz ya da bildirmiyoruz. Tabi bunlar yapılırken bir yandan da Kıbrıs’ta, Ege’de Rumlara tavizler veriliyor. Lozan Antlaşması’na göre Yunanistan adalarda tek bir silah bile bulunduramayacak iken halen ordusunun % 40’ını adalara yığmış durumda. Anadolu’da çıkabilecek bir iç kargaşa ve dış müdahaleden kendi menfaatleri doğrultusunda yararlanmak için uygun zamanı bekliyor. En az askerinin bulunduğu adalarda tugayları, iki adada ise tümenleri var. Sınırımıza 30 m. eninde 80 m. genişliğinde hendekler kazdılar. 2004’den bu yana işgal ettikleri Türk adalarına da asker yerleştirmeleri yetmiyormuş gibi her işgalin akabinde adaları Yunan Genelkurmay başkanı ziyaret ediyor.
Bizdekiler ise TV dizileri ve programları ile azınlıklara sempati oluşturma ve yabancılarla evlilik teşviki çabalarını var hızıyla sürdürüyorlar. Kıbrıs ve Türkiye’de yerleşim yerlerinin isimleri değiştirilerek bunlara Rumca isimler verilmesi (bir tek Rum’un bile yaşamadığı Zeytinbağı’nın adının Trilye’ye dönüştürülmesi gibi) ve Ege’de 17 tanesi Büyükada kadar veya daha büyük (Eşek Adası Büyükada’nın 2 katı büyüklüğünde) olmak üzere 152 Türk adasının (çevrelerindeki 6 millik deniz sahasını da düşünmek gerekir) Yunanlılara hediye edilmesi Kurşun Yarası, Yabancı Damat, Ege’nin Öbür Yakası..v.b. Yunan sempatisi oluşturan dizilerle eş zamanlı olarak gündeme sokuluyor. Üstelik bu adaların önemli bir kısmı İzmir, Aydın ve Muğla il sınırları içinde kalıyor. Bu adalardan birine 1969 yılında Kara Harp Okulunda öğrenci iken bir Türk harp gemisi ile çıkarılmış, adada tatbikat ve gezi yaptıktan sonra akşam aynı harp gemisiyle adadan alınıp İzmir’e getirilmiştik. Şimdi bu adada kilise inşa edilmiş, Yunan askeri birliği dolaşıyor ve Yunan bayrağı dalgalanıyor.
Yunanlılar Türk düşmanlığını her alanda sürdürüyorlar. Özellikle uluslararası alanda aleyhimize davranmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar. Türklerin Ermeni ve Süryanilere soykırım yaptığı iddiasından sonra 19 Mayıs’ı da Pontus soykırım tarihi olarak kabul eden karar aldılar. Pontus olayını canlandırmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Bölgeden aldıkları gençleri Yunanistan’da bu amaçla eğitip yine bölgeye gönderiyorlar. Halkının %80 i Müslüman olduğu için bayrağında hilal olan küçücük Pontus devletini 17 ilimizi içine alan(70000 km2) bir Rum devleti olarak yeniden kurmak için uğraşıyorlar. Diğer taraftan Yunanistan’ın PKK ya verdiği destek herkesin malumudur. Artin Agopyan’ın Yunan Büyükelçiliğinde saklandığı çok kişinin malumudur. Polisimizi ensesinden vurarak şehit eden terörist de Yunanistan’da eğitilmişti. Batı Trakya Türkleri’ne yaptıkları haksızlıklar ise başlı başına bir tartışma konusudur.
Sizin Şubat 2015’te yazdığınız bir mesajdan Yunanistan’daki türbelerimizin ve ibadethanelerin kiliseye çevrildiğini öğrendik. Lozan Antlaşması’na göre Atina’da inşa etmeleri gereken camiyi inşa etmelerini de beklemiyoruz. Bizim belediyelerimiz ise nerede yıkık bir kilise bulsak da onarsak diye birbirleriyle yarışıyorlar. Bugüne kadar 5000 den fazla kilisenin bizim vergilerimizle tamir edildiği tahmin ediliyor. En önemli maddesi “Bu kanunla azınlık vakıflarına verilen haklar ve yetkiler Türk ve İslam vakıflarına uygulanmaz” olan Vakıflar Kanunu’nun azınlık kiliselerine tanıdığı tüzel kişilik hakkına dayanılarak bu kiliselere tapu veriliyor. Böylece aslında topraklarımızın tapusu birilerine veriliyor. Zeytinbağı’nın adı Trilye’ye dönüştürülmeden önce Zeytinbağı’ndaki kilise patrikhaneye satıldı. Söz konusu kanunla azınlık vakıflarının mallarının iade edilmesi için bir yıllık ek süre tanınması, aslında geçmişte süre tanınarak hakları verilmiş ve çoğu kendiliğinden Yunanistan’a göçmüş olan 120. 000 civarındaki Rum tarafından Trilye’ye “dön” çağrısı olarak algılanmıştır. Böylece Kurtuluş Savaşında Yunanlılara destek vererek Yunan Kralını da ağırlamış olan Trilye’li Rumların gelecekteki kritik günlerde yine Yunan Ordusu’na destek verebilmesinin zemini hazırlanıyor. Yunanistan dışişleri bakanlığı sözcüsü buna karşılık Yunanistan’daki Türklere de vakıf mallarına yeniden sahip olmaları imkânının verilip verilmeyeceği sorusunu “İnsan haklarıyla ilgili konularda mütekabiliyetin söz konusu olmadığını, Yunanistan’ın kendi vatandaşlarıyla ilgili konuları başka ülkelerle asla konuşmadığını” söyleyerek cevaplıyor. Biz ise Rumlara vakıf mallarını iade etmek için böylesine çaba harcarken peygamber efendimizin halasının türbesinin bulunduğu ve %70 inden fazlası Osmanlı vakıf toprağı olan Kıbrıs toprakları üzerinde hiçbir talepte bulunmuyoruz.
Bütün bunlara karşılık dizilerle ve diğer programlarla (kuru fasulye tarifi bile Yunan müziği eşliğinde veriliyor, reklamlarla mesela “komşu da can” düşüncesi zihnimize yerleştiriliyor) Yunanlıların bize dost olduklarına inandırılıyoruz. Biz AB fonları ile 290 tane ders kitabımızdan “düşman”, “şehit” ve “gazi” kelimelerini ayıklarken Yunanlılar bunu yapmadıkları gibi, çocuklarına Türk düşmanlığı aşılamaya ana okullarında başlıyorlar. Bizim insanımız medya aracılığı ile “bir Yunanlı bulsam da sarılsam” moduna getirilirken Yunanlı gençler “yetiştirilme tarzımız Türkleri sevmemize engel” diyorlar. Bu durum BM’nin nefreti önleme programının Bosna-Hersekli’lere uygulanıp Sırplar’a uygulanmamasını hatırlatmaktadır.
Osmanlı dizileri ise Osmanlı sultanlarını Türk halkının gözünde küçük düşürmek ve azınlıkların ne kadar iyi insanlar olduğunu, ancak Osmanlı devletinin bu iyi insanlara nasıl acımasızca eziyet ettiğini göstermek için çevriliyor. Kanuni Sultan Süleyman bile zevk ve sefaya düşkün haremden hiç çıkmayan biri olarak tanıtılıyor. Oysa ömrünün 16 yılı harplerde geçmiş. Bununla da yetinmeyen senarist Kanuni’yi bir hizmetçi kıza tecavüz etmiş gibi gösteriyor. Saraydaki kadınların kıyafetinin o dönem için imkânsız olduğunu halk sorgulamıyor bile.
Son çevrilen Kösem Sultan dizisinde Osmanlı’nın tebaanın kızlarını nasıl zorla kaçırıp saraya cariye yaptığı işleniyor. Mesaj şu: Osmanlı alçak, Rumlar ve diğer azınlıklar ise masum ve mazlum. İşin ilginç tarafı şudur ki Türklere “ barbar ” diyen Rum kızı Anastasia vasıtasıyla Rum sempatisi oluşturulurken Mustafa Akıncı Kıbrıs’ta Türk halkının ada nüfusuna oranı olan 1/3 oranını 1/4’e düşüren kararı Kıbrıs Rum Yönetimi lideri Anastasiadis ile birlikte alıyor. Ne yazık ki Türk milleti Yunanistan’a verilen tavizlerle dizilerde estirilen Rum-Yunan sempatisinin eş zamanlı olarak gündeme getirildiğini anlayamıyor.
Dizilerdeki bir uygulama da isimler üzerinden yürütülüyor. Allah’ın sıfatları olan Gafur (Avrupa Yakası), Hasip (Aşk Bir Hayal), Aziz (Beyaz Gelincik), Mennan (Hayat Bilgisi), Kadir (En son Babalar Duyar) gibi isimler dizilerdeki katillere, tecavüzcülere, karısını döven, insanlara eziyet eden, dalavereci ve sahtekâr tiplemelere isim olarak veriliyor.
Benzer şekilde dizilerdeki hizmetçilere verilen isimler peygamber efendimizin eş ve kızlarının isimleri olan Ayşe, Fatma, Hatice gibi isimler arasından seçiliyor. Tek başına bu gerçek bile dizilerin arkasındaki finans kaynaklarının yabancı istihbarat servislerinin yanı sıra Yunanistan Kiliseler Birliği, Dünya Kiliseler Birliği gibi kuruluşlardan oluştuğunu göstermek için yeterli.
Diğer yandan Ergenekon-Balyoz-Poyrazköy-Askeri Casusluk ve Fuhuş Davası..v.b. davalar üzerinden Türk Silahlı Kuvvetlerinin Türk milleti nazarındaki itibarının ayaklar altına alındığı dönemde bütün dizilerde eş zamanlı olarak Polis sorgulaması, Savcı ve Hakim sorgulaması, ardından kumpas sonucu cezaevi parmaklıkları arkasına atılan suçsuz insanların cezaevlerinde çektikleri çileler ve hatta içeride bıçaklanarak öldürülmeleri sahneleri abartılı şekilde verilerek vatansever insanlara “uslu çocuk olun, vatansever takılmayın, yoksa başınıza bunlar gelebilir” mesajı aktarılarak insanlar korkutulmaya çalışıldı. Hiç bir polisiye özelliği olmayan sıradan aşk dizilerinde bile içerisinde polis gözaltı sahnesi, savcının ifade alma sahnesi, hâkimin yargılama sahnesi ve cezaevi korkutması olmayan tek bir dizi yok. Bu uygulama hala sürdürülüyor.
Yukarıda yazdıklarım dizilerin Türk milletini inançlarından, tarihinden ve geçmişinden utandırmak ve vatanseverleri korkutmak amacıyla nasıl kullanıldığına ilişkin hususlar. Bundan daha önemlisi ise diziler üzerinden Türk toplumunun ahlak yapısı, gelenek ve görenekleri ile davranışları ve hatta dili ve karakteri değiştirilmeye çalışılıyor.
Taklitçiliği çok seven Türk insanı kıyafetinden konuşma şekline ve davranış biçimine kadar dizi kahramanlarını rol model olarak kabul ederek taklit ediyor. Bunu fark eden dizi yapımcıları dizilerde canlandırılan kahramanlar üzerinden Türk halkı üzerinde inanılmayacak derecede büyük tahribat yapıyorlar.
Bir bakıyorsunuz dizilerde genç kızlar sokağa çorapla çıkıyorlar. Ertesi gün genç kızlar hatta evli yaşlı hanımlar sokaklarda pantolon ve eteklik giymeden çorapla boy gösteriyor. Çorap işi tamamlandı şimdi sıra şortta. Artık dizilerde genç kızlara şortla ve yırtık pantolonla sokağa çıkmak dayatılıyor. Varsın mevsim şartları uygun düşmesin. Ne tasa. Bütün kanallarda eş zamanlı olarak belli temalar işlenmeye başlanıyor: Bir düğmeye basılıyor ve Annan Planı oylaması öncesi bütün kanallarda Rum-Yunan sempatisi oluşturacak dizi ve programlar başlıyor, bir düğmeye basılıyor dizilerdeki baş erkek karakterler kirli sakallı oluyor, bir düğmeye basılıyor kadın ve genç kızlar argolu ve küfürlü konuşmaya ve edepsizce bağırmaya başlıyor ve yine bir düğme ile “başkasının çocuğunu sahiplenme” konusu işlenmeye başlanıyor. İffet diye bir dizi gösterime girmeden önce reklama başladığında reklamdaki kadının boynunda iffet yazılı kolye taşıdığını görünce hemen durumu anladım. Dizideki kadın kahramanın adı İffet olacak ama kendisi iffetsiz olacak ve iffetsizlik Türk kadınına marifet olarak sunulup seyircinin bu karakterden yana olması sağlanacak. Yani kelimelere ters anlam yüklenecek. Nitekim dizi gösterime girdi ve senaryo aynen tahmin ettiğim gibi çıktı.
Son dönemde işlenen ana konulardan biri genç kızların sevmedikleri erkeklerle evlenmeleri ve evlendikten sonra eski sevdikleri ile ilişkilerinin devam etmesi. Böylece eşlerin birbirini aldatması meşru gösterilmiş oluyor. Ne hikmetse hiçbir dizide birbirini severek evlenen ve normal aile yaşantısı olan tek bir çift yok. Türk kadınına ve erkeğine açıkça iffetsizlik dayatılıyor ve aile yapısı bozulmaya çalışılıyor.
Bir de başkasından alınan sperme taşıyıcı annelik yapma konusu ısrarla işleniyor. İlk kez “Kaderimin Yazıldığı Gün” adlı dizide kullanılan taşıyıcı annelik konusu geçen hafta vizyona geren “Hayat Mucizelere Gebe” adlı dizide de kullanılmaya başlandı. Bu tür senaryolarla fikri çelinen Türk milletinin nesebi ve aile yapısı bozulmaya çalışılıyor. Ayrıca bütün dizilerde mutlaka eşcinsel bir tiplemeye yer verilerek cinsel sapkınlık sıradanlaştırılıyor ve adeta bir marifet gibi sunularak Türk aile yapısına bir darbe de bu yolla vuruluyor. Bugün Gazi üniversitesi kampüsünde kız arkadaşlarıyla sohbet eden tıpkı “Kiralık Aşk” dizisindeki eşcinsel Koray gibi giyinmiş, onun gibi konuşan ve davranan bir gence rastladım. Üzülmekten başka elimden bir şey gelmiyor. Bu konularla ilgili olarak defalarca RTÜK’e telefon açtığım halde hiçbir olumlu yanıt alamadım. Cinsel sapkınlık tiyatrolarda da en çok işlenen konu ve tesettürlü kadınların bile bu tiplemelere gülüyor olması amaçlarına hangi oranda ulaştıklarını gösteriyor.
Bütün dizilerde babasının kim olduğu bile belli olmayan, bir gecelik ilişkiden meydana gelen çocuklar, aile içi çarpık ilişkiler ve boşanma olağan olarak gösterilirken, “babası olmasa da olur yeter ki benim bir çocuğum olsun” diyen genç kızlar, “bu çocuğun babası ben olacağım” diyerek başkasından peydahlanan gayr-ı meşru çocuğu sahiplenen erkekler Türk halkına rol model olarak tanıtılıyor. “Nasıl olsa birisi sahiplenir” düşüncesi zihnine yerleştirilen kızlarımız evlilik öncesi çocuk yapmaktan artık çekinmeyecekler ve aile yapısı bu yoldan da darbe alacak. Türkiye’de son 10 yılda boşanmanın ve kadın cinayetlerinin nasıl olup da bu kadar arttığını merak edenler dizilerde kimlerin rol model olarak sunulduğuna ve kadına uygulanan şiddete baksalar cevabı kolayca bulacaklar.
Dizilerde son günlerde en önemli çaba Türkçe’nin bozulması için harcanıyor. Sürekli devrik cümle kullanılıyor. Eskiden kendilerini ”Ben Ömer” diye tanıtanlar artık konuşurken “Ömer ben“ demeye başladılar. Üç kelimelik cümleyi bile devrik kuruyorlar. Artık devrik cümle duyma limitimiz doldu. Bildiğiniz gibi Türkçe Ural/Altay dil grubuna mensup takılı bir dildir. Ancak artık –ın, -nın, -nun gibi takılar da kullanılmaz oldu. Edilgen kullanım ise büyük ölçüde terk edildi.
Dizilerin büyük çoğunluğu neredeyse tamamı yurtdışından aktarılan maddi destekle Türk milletini dönüştürmek amacıyla çevrildiğinden ve büyük kısmının senaryoları yabancı dilden Türkçeye çevrildiğinden Türkçede hiç kullanılmayan yabancı atasözlerine ve deyimlere de rastlamak mümkün. Bir dizide dizi kahramanı, bir yere baskın yaptıktan sonra otomobille kaçan kişileri anlatırken “arabanın içine binip kaçtılar” diyor. Oysa arabanın dışına binilmez. Ama senaryo İngilizce’den Türkçeye çevrilip, çevirmen de lisanı iyi olan kriptolardan seçilince “They got in the car” ifadesi “arabanın içine bindiler” oluveriyor. Örnekler çoğaltılabilir.
Bütün bu verdiğim örnekler Türk televizyonlarında gösterilen dizilerin tamamına yakınının yurtdışında senaryolaştırılıp Türkçeye uyarlandıktan sonra çekildiğini ve yurt dışından parasal kaynak aktarılarak desteklendiğini, Türk milletini değerlerinden kopartarak zayıflatmak ve millet olma vasfını yok etmek isteyen çevrelerin hedeflerine ulaşmak için sözde “Türk” senaristleri ve film yapımcılarını kullandıklarını ortaya koyuyor. Dizi yapımcılarının yurt dışı ile olan parasal ilişkilerine bakılsa durum derhal ortaya çıkacak. Ama bunu yapması gereken makamlar başka işlerle meşgul olacak ki buna vakit ayıramıyorlar.
Dizilerle ilgili tespitlerimin hepsini size aktarmaya kalksam kitap olur. Burada madde başlarıyla özetledim. Siz de bu hususları kendi çevrenize yayarsanız bilinçlendirme yolu ile Türk milletinin TV dizi ve programlarının kötü etkilerinden korunmasını bir nebze olsun sağlayabiliriz diye düşünüyorum.
Selamlar ve en iyi dileklerimle.
Ö.Lütfi Taşcıoğlu