Atatürk ve Devletçilik ilkesi
Devletçiliğin iktisadi düzlemdeki görünümü “karma ekonomi” anlayışıdır. “Karma ekonomi” yaklaşımı sosyalizm benzeri bir yaklaşım olmayıp, esas itibarıyla, ekonominin gerekli altyapısını hazırlayıp, kalkınma sürecine paralel olarak piyasa ekonomisine geçişin gerçekleştirilmesidir.
Atatürk’ün Devletçilik anlayışı bir kalkınma modelidir. Atatürkçü Devletçilik, kamu hizmeti dışındaki ticari ve sınai teşebbüslerinin pazar ekonomisi kuralları gereğince kurulup işletileceği ve günü gelince geniş bir mülkiyet zemini üzerinden özel kesime devredileceği, kalkınmada devlet öncülüğünü tanıyan bir pazar ekonomisidir (Aysan, 2000: 35). İsmet Giritli’nin yorumuyla Atatürk Devletçiliği “…sosyalizmin anladığı manada ve bir doktrin mahiyetinde olan devletçilik değil, sadece pratik ve pragmatik manada yani milli ekonominin zaruretleri, memleketin hızlı kalkınması ve bunun için sanayileşmesi ihtiyacı ile sınırlı olan özel teşebbüsün tam güvenlik ve istikrar içinde varlığını sürdürmesini de lüzumlu bulan başka bir deyimle, karma ekonomi sistemine dayanan hızlı sanayileşmeye dönük bir kalkınmayı gerçekleştirecek bir devletçiliktir” (Giritli, 1975: 298).
Görüldüğü gibi, Atatürk’ün Devletçilik İlkesi esas itibarıyla bir kalkınma modeli olup, katı bir ideoloji olarak algılanmamalıdır. Atatürk’ün Devletçilik İlkesi değerlendirilirken dönemin ekonomik koşulları göz önünde bulundurulmalıdır. Falih Rıfkı Atay’ın şu sözleri Devletçilik ilkesinin zaruriyetten doğduğunu açıkça göstermektedir: “Yeni Türkiye’de Devletçilik, bir ekonomik meslek olarak doğmamıştır: Bir tarihi zaruret olarak doğmuştur. Yapılacak şeyleri devletten başka yapabilecek olan yoktu. Mesele bundan ibaret. Yeni Türkiye, kendi yapmak veya hiç bir şey yapılmamasına boyun eğmek arasında seçmeli idi” (Atay, 1984: 452).
Atatürk döneminde uygulanan devletçi iktisat politikasının, 1930’lu yıllarda ağırlık kazanması, devletçilik ilkesinin zaruriyet sonucunda ortaya çıktığı tezini doğrulamaktadır. Çünkü, İzmir İktisat Kongresi’nde benimsenen, liberal çizgiye yakın politikalar beklenen sonucu doğurmamıştır. Özel teşebbüs istenileni verememiş, ümit edilen sanayileşme gerçekleşmemiştir. Aslında dünya konjonktürü de o yıllarda devletçilik ilkesinin uygulanmasına müsayitti. “Laissez Faire”ci liberal iktisat politikaları ABD başta olmak üzere gelişmiş Batı ülkelerinde başarısızlığa uğrayarak büyük bir ekonomik bunalıma dönüşmüştü. Batı ekonomilerinde ortaya çıkan bu bunalımın esas nedeni olgusuydu. İktisat biliminin temel gayesi Arz-Talep eşitliğini sağlamaktır. Ünlü iktisatçı Keynes 1936’da yayınladığı “İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi” isimli kitabında bu eşitliğin ancak devlet müdahalesi yoluyla sağlanabileceğini savunmuş ve bu müdahalenin teorik altyapısını hazırlamıştır. Devlet otonom yatırım harcamaları yoluyla milli geliri arttırarak Arz-Talep eşitliğini kurmalıydı. Türkiye’nin temel ekonomik sorunu ise kalkınma problemi olduğundan, esas savaşın talep cephesinden ziyade arz cephesinde verilmesi gerekiyordu. Türkiye’nin 1930’lardaki “karma ekonomi” modelinin bu nedenle iktisat biliminin alt dallarından olan kalkınma iktisadının öncüsü olduğu rahatlıkla söylenebilir. Atatürk, ekonominin çarklarını döndürmek için devlet müdahalesinin önemini Keynes’den önce görmüş ve gereklerini hayata geçirmiştir. Bu nedenle Atatürk, kan ve ateşle örülü bir yokluk ortamında, Türkiye’nin bağımsızlığını ve varlığını gerçekleştirme mücadelesini sürdürürken, gerekli gördüğü ilkeler arasına Devletçiliği de yerleştirmiştir.
Atatürk’ün Devletçilik politikası, yalnız iktisat politikası ile ilgili bir kazanım değildir. Devletçilik politikası, aynı zamanda, tam bağımsızlık ilkesinin bütünlenmesidir. Atatürk, siyasi bağımsızlığın ancak ekonomik bağımsızlıkla sürdürülebileceğini söyleyerek gelecekteki yöneticileri uyarmıştır. Ancak daha sonra gelen kadrolar bir kalkınma modeli olan Devletçilik İlkesini devam ettirememişler ve yanlış kalkınma stratejileri izleyerek ekonomimizi dışa bağımlı bir hale getirmişlerdir. Bugün yaşadığımız süreçte ekonomik bağımsızlık-siyasi bağımsızlık arasındaki ilişkinin ne derece önemli olduğunu daha iyi görmekteyiz.
Atatürk Devletçiliğinin CHP’nin Mayıs 1931 Kongresi’nde saptanan programındaki tanımı şöyledir: “Bireysel çalışma ve işleri temel tutmakla birlikte olanaklı olduğunca az süre içine ulusu refaha ve ülkeyi bayındırlığa eriştirmek için ulusun genel ve yüksek çıkarlarının gerektirdiği işlerde özellikle ekonomik alanda devleti eylemli olarak ilgilendirmek önemli ilkelerimizdendir.” (Alp, 1998: 243).
Görülüyor ki Devletçilik (karma ekonomi) = devlet + özel sektör’dür. Devletin, “karma ekonomi” politikasına göre kurduğu sanayi kuruluşlarına ve ortaklıklara Kamu İktisadi Teşebbüsü (KİT) denilmektedir. Sümerbank (1933) ve Devlet Sanayi Ofisi (1932) bunlardan en önemlileri arasındadır. Dünya Ekonomisi, tarihinin en ağır ekonomik krizini yaşarken, Türkiye Atatürk’ün akılcı ekonomi politikaları sayesinde bu buhranı en hafif biçimde atlatmıştır. 1929-39 Dünya sanayii üretim artışı %19 iken Türkiye’de %96 olmuştur (Tekin, 2001: 186-187).
Buraya kadar olan açıklamalarımızdan şu sonuçları çıkarmamız mümkündür. Öncelikle, Devletçilik İlkesi iki ana hedefe odaklanmıştır: i) “İktisadi Bağımsızlık”, ii) Hızlı Kalkınma. Bu hedeflere o dönem koşulları içinde pür liberal bir politika ile ulaşma olanağı yoktur. Atatürk serbest piyasa ekonomisine karşı olmayıp, zaman içinde özel sektörün gelişip devlet sektörünün üstlendiği işlerin bir kısmını devralmasını istemiştir. Bu nedenle, Devletçilik İlkesi “ekonomide bütün işleri herzaman devlet yapacak” anlamına gelmemektedir. Dolayısıyla, bazılarının öne sürdüğü gibi, “Devletçilik İlkesi artık sona erdi” sözleri bu ilkenin anlamını kavrayamamaktan veya Atatürkçü Sistem’e karşı önyargılardan ileri gelmektedir.