Yaşamı boyunca aslında peşinden koştuğu kendi benliğiydi. Kimdi? Kim olmak istiyordu? Nerede durmalı, neler yapmalı, hangi yollara sapmalı, sonunda nereye varmalıydı? Dünya, onu ilk “Dünyanın delisi” olarak işte tam da bu soruların hepsine birden cevap bulduğu ya da madalyonun bambaşka bir yönünden bakıldığında hiç cevap bulamadığı için tanıdı. Kafasına göre davranıyor, yaşıyordu. Yolu savaşlardan, esirlikten, hapisten geçti ve tüm bu yollar boyunca ne kadar tökezlese de kavgasından, şizorfrenik korkularına yenik düşmemek için direnmekten vazgeçmedi. Bir gün onu kurtaracak olanın edebiyat olduğunu, siyahlarını yaşayıp yolun sonuna vardığında beyaz ışığın kendisini orada beklediğini biliyordu. Sadece yolu biraz uzun tutmuş olacak ki, sona ulaştığında ona tadını çıkaracak bir dünyalık zaman kalmamıştı. Yoksulluğa doğdu, mücadeleyle ve çokça talihsizliklerle yaşadı, zenginliği tadamadan da öldü. Ama aslında o da sonsuzluğu keşfedenlerdendi.
Cervantes’in biyografisini yazmak, işte tüm bunlardan sebep yazmak çok zor. 400 yıllık bir ün ve ne kadar uğrasa da gizemi çözülemeyen bir geçmiş. Hakkındaki her şey güçlü sebeplere dayanan varsayımlardan ibaret olsa da, nihayetinde bir Cervantes yaşadı ve Don Kişot’u yazdı…
Çocukluğu ve eğitimi
Cervantes, 1547’de, Madrid’in Alcala de Henares bölgesinde yoksul bir aile olan Madame Leonor de Cortinos ve Rodrigo de Cervantes’in yedi çocuğundan dördüncüsü olarak dünyaya gözlerini açtığında, ailesi ona, “Miguel de Cervantes Saavedra” adını verdi. Yahudi kökenli olduğu bilgisi, yüzyıllar içinde sayısız araştırmaya konu olacaktı. Resmi kayıtlarda 1547 olan doğum tarihi, bazı araştırmacılara göre 1549’du. Yahudi olup olmadığı konusunda ise, kesin bir sonuca varılamayacaktı…
Babası kimi kaynaklara göre sağlık memuru, kimine göre de bir gezgin eczacı cerrahtı ve onun mesleğinde yaşadığı sıkıntılardan sebep, pek çok kez taşındılar. 1551’de Valladolid’e taşınan aile, sonra yeniden Alcala de Henares bölgesine döndü. Sonra 1553’te İspanya’nın güneyindeki şehirlerden birine, Cordoba’ya geçtiler.
1562’de, amcası, onu Sevilla’da bir Cizvit Okulu’na gönderdi. Ancak ailesinin içinde bulunduğu yoksulluk sebebiyle eğitimini tamamlayamadı ve Madrid’e geldi. Düzenli bir eğitim hayatı olmadı Cervantes’in. Ancak Madrid’de kendi kendini yetiştirmenin olanağını bulacaktı. Edebiyata ilgi duymaya henüz çocuk yaşlarında başlamıştı. Yazdıkları ve okudukları ile üstün olan hayal gücünü daha da geliştiriyordu. Aslında o tam bir maceracıydı. Devrinin insanıydı. Yolu kölelikten geçecek, yanlış yollara sapıp birçok kez hapse düşecek ve bir gün en iyi yaptığı şey yazmak olacaktı.
İlk talihsizliği
Cervantes, ilk talihsiz kazasını yaşadığında 21 yaşındaydı. Madrid’de bir kadın sebebiyle tutuştuğu düelloda rakibini ağır bir şekilde yaralamıştı. Evet, suçluydu. Ancak suçu sadece rakibini yaralamak değildi. Zaten dönemin kanunlarına göre düelloya katılmış olması başlı başına bir suçtu. Kanun, sonucunun ağır cezalar olduğunu söylüyordu.
Cervantes’in gıyabında kurulan bir mahkemede halkın gözleri önünde sağ elinin bileğinden kesilmesine ve 10 yıllığına İspanya Krallığı’nın sınırları dışına sürülmesine karar vermişti. Cervantes, şimdi bu cezadan kurtulmak için mutlaka bir şeyler yapmalıydı. Bu durum sadece can tatlılığıyla ilgili değildi. Edebiyat alanında hayattan beklentileri fazlaydı. Belki şimdi çok hayalperestçeydi; ama yapabilirdi. Kalem ve kılıç tutan sağ elinin olmayışını kabullenemezdi.
Kendini unutturmanın bir yolunu bulmalıydı. Önce Valensiya’ya, sonra da Katalunya’ya geçti. Ardından da yurt dışına gitmeye karar verdi. Son çareyi İtalya’ya kaçmakta bulmuştu. 1570’te, İtalya’da Kardinal Acquaviva’nın hizmetinde çalışmaya başladı.
Bu sırada Avrupa üzerinde müthiş bir Osmanlı korkusu mevcuttu. En büyük şoku Kıbrıs ve Trablusgarp’ı yitirdiklerinde yaşadılar. 1570’te, Osmanlı padişahı II. Selim, Kıbrıs’ı ele geçirince Papa V. Pius, Osmanl’ya karşı birlik olma çağrısında bulundu. Osmanlı’nın, Akdeniz’de giderek artan hakimiyeti, Haçlı Seferleri’nden birini daha tetikliyordu.
1959’da, Trablusgarp’ın yönetimindeki Malta Şövalyeleri, İspanya, Papalık, Sicilya, Malta, Napoli, Monako, Cenova, Floransa gibi birçok devleti tek bir ittifakta buluşturmuştu ve Akdeniz’deki Osmanlı üstünlüğüne karşı büyük bir Haçlı Donanması oluşturuldu. Cervantes de kaçak olduğu bu süreçte Napoli’ye gitti ve Haçlı Ordusu’na katılmak için İspanyol birliklerine gönüllü asker olarak katıldı.
4. Haçlı Donanması’nın başında İspanya Kralı II. Felipe’nin kardeşi, V. Carlos’un gayrimeşru oğlu Don Juan de Austria vardı. 7 Ekim 1571’de Osmanlı ve Haçlılar, Yunanistan sınırları içinde bulunan İnebahtı açıklarında çatıştı. Cervantes, “Marquesa” adlı İspanyol kadırgasında idi. Osmanlı, denizlerde ilk büyük yenilgisini yaşadı.
Bu savaşın Cervantes cephesinde getirisi ise, kaderden kaçılamayacağının kanıtı gibiydi. Sağ elini kurtarmak için kaçan Cervantes, savaşta sol elinden ve göğsünden yaralandı. Tedavi için Mesina’ya gönderildi; 6 ay sürdü. Ancak bir daha sol kolunu hiç kullanamadı…
Türklere esir düştü
Cervantes, ertesi yıl tekrar askerlik görevine döndü. Osmanlı’ya karşı Haçlılar’ın sırasıyla düzenlediği Korfu, Navarin, Tunus, Halkavud Seferleri’nde görev aldı.
Cervantes, askeri rütbesini yüzbaşılığa yükseltmeyi çok istiyordu. İlk katıldığı İnebahtı Savaşı’nın üzerinden 4 yıl geçmişti. Hala rütbesini yükseltememiş olmasına çok içerliyordu ki, Halkavud Seferi sırasında, Eylül 1575’te, Napoli’den İspanya’ya gelen “Sol” adlı kadırgayla çıktıkları yolda, Osmanlı kadırgaları, Cervantes ve kardeşinin de aralarında bulunduğu herkesi alıp Cezayir’e götürdü.
Cervantes, Deli Mehmet Reis adlı Türk denizciye esir düşmüştü. Cezayir’deki bu esir hayatı, 5 yıl sürecekti. Pek çok kez kaçma girişiminde bulunsa da başaramamıştı…
Kölelik zamanları
Cezayir’de köle olarak yaşamaya başlayan Cervantes, satıla satıla nihayet Cezayirli Hasan Paşa’nın köleliğine kadar geldi. Hayatındaki ironi yine devreye girmişti. Cizvit papazlığı eğitimi alan Cervantes, buradan sonra İstanbul’a esir işçi olarak getirildi ve papaz eğitiminden geçmenin ironisi ona bıyık altından gülerken o, Kılıç Ali Paşa’nın Tophane’de Mimar Sinan mimarlığında yaptırdığı Kılıç Ali Paşa Camii’nin yapımında çalıştı.
Hayat, nefes aldığın sürece sana her duyguyu tattırıyordu işte. Cervantes’in kaderinde karşı cephede savaştığı millet için bir camii yapımında çalışmak da vardı… Üstelik camiyi yaptıran da, karşı cephede duran Kılıç Ali Paşa idi. O, İnebahtı’nın yenilmeyen komutanı Uluç Ali Paşa’ydı. Savaş sonrası Kaptan-ı Deryalığa getirilip “Kılıç Ali Paşa” olarak anılmaya başlamıştı.
Neyse ki 5 yılın sonunda ailesi gerekli fidyeyi tamamlamıştı. Kaynaklarda belirtilen bir başka bilgiye göre de, Cervantes’in hayatında bu adım, Kılıç Ali Paşa’nın camii inşaatında çalışan tüm köleleri azat etmesiyle sonlanıyordu. Cervantes, Kuzey Afrika ve İstanbul’da geçirdiği macera dolu toplam 5 yılın ardından nihayet ait olduğu topraklara dönüyordu…
Elde var yazarlık
Dışarıdan bakıldığında evet, o bir köleydi ve 5 yıl boyunca ona verilen her işte çalıştı. Ancak bir yandan da kazandığı pek çok şey vardı. Sadece biraz zamana ihtiyaç vardı. Çünkü savaşın ve esirliğin ötesinde bambaşka bir Cervantes vardı: Etrafında gördüğü her şeye sadece bakmıyor, aynı zamanda görüyordu. Savaştan esirliğe doğru varan yolculuğunda, yaşadığı dönemin Avrupa’sını ve Osmanlı egemenliğinde bulunan tüm Orta Doğu’yu, yaşam şeklini gözlemlemişti. Onlar gibi yemiş, içmiş, konuşmuş, yaşamış; ama hayallerinde onlardan hep ayrılmıştı.
Sonunda 19 Eylül 1580’de ülkesine dönmüştü Cervantes. Saraydan mutlaka bir görev alacağına emindi. Bunca zamanın üzerine en büyük hayal kırıklığı kuşkusuz bu oldu. 1581’de İspanya Kralı II. Felipe, onu, Oran’a gönderdi. Ancak Cervantes bir süre sonra tekrar işsizdi. Elini attığı her iş, dağılıp dökülüyordu sanki. Haçlı Seferleri’ne katılırken umduğunu bulamayışı aradan hiç onca zaman geçmemiş gibi hala asabını bozuyordu zaten. Savaştaki “kahramanlıklarının” kendisine İspanya’da hatırı sayılır bir maaş getireceğinden öylesine umutluydu ki. Oysa ona sadece donanmanın depolarından birinde muhasebe işi verilmişti. Haset miydi, kıskançlık mıydı memnuniyetsizliğinin kaynağı bilinmez, Cervantes’in adı burada bir dolandırıcılık işine karıştı. Bir süre hapis yatıp cezasını çektikten sonra da karışık duyguları iflah olmayacaktı…
Her adımının hayal kırıklığı olarak kendine dönüşünü izleyen Cervantes, Güney Amerika kolonilerinde bile iş aradı. Arayışlarının boşa olduğunu fark ettiğinde, 1583’te, Madrid’e döndü. Burada çocukluğundan beri hep içini kaptırdığı, en iyi yapacağı şeye nihayet yöneldi: Yazmak!
Bir gün klasikleşeceğinden habersiz yazacağı Don Kişot, işte tüm bunların, yaşadığı ve gözlemlediği ne varsa hepsinin sonucu olacaktı. Birçok eserinde bu esaret günlerinden bahsedecek, haliyle kitaplarında Türkler oldukça sık yer alacaktı. Karşı cephelerde olduğumuz düşünülürse, elbette pek de pembe düşlü bahsedemezdi. Nihayetinde Türklerin elinde esirdi ve farklı bir dine de mensuptu. Kendi penceresinden bakıyor ve sadece olumsuz noktalara dikkat kesilebiliyordu…
İlk romanı
Her insanın bir siyah bir de beyaz yüzü mü vardı? Cervantes, kendisinde tanımlayamadığı ya da hoş olmayan mı demeli, ne kadar davranış, ne kadar duygusu varsa siyah tarafında, yüzünü beyaz yanına dönüp de eline tüyden oluşan divitini hokkasına batırdığında – bence aynen bu şekilde yazıyor olmalı – her şey değişiyordu sanki. Hepimizin hayatında olduğu gibi aslında.
Cervantes yazmaya başladıktan sonuna kadar ilerleyen süreçte 30 kadar yazdı. Bir yandan da ilk romanını tamamlamak için çalışıyordu. Cervantes, nihayet 1584’te ilk romanı “La Galatea”yı yayımladı.
Cervantes evlendi
Cervantes, ilk romanını yayımladığı yıl Ana Franca de Rojas adlı ilişkisi olan bir kadından kızı oldu. Ancak onunla değil, çok zaman geçmeden aynı yıl zengin bir çitçinin kızı olan Catalin de Salazar ile evlendi.
Maddi anlamda yazarlık yanında bir şeyler daha yapması gerekiyordu. Şimdi evliydi de üstelik. Ailesini geçindirmek için donanmada ambar sorumlusu olarak çalışmaya başladı. Görevi sırasında gözlemlenen bazı usulsüzlükler sebebiyle Cervantes, dolaylı da olsa suçlu bulunmuştu. Bir kez daha hapishane yolları göründü.
Hapisten çıktıktan sonra bu kez vergi toplayıcısı olarak çalışmaya başladı. 1597’ye kadar sürdürdüğü devlet memurluğundan, kaynaklara geçmeyen bir sebepten dolayı kovuldu.
Eserlerinde İstanbul
Cervantes, manzum olarak yazdığı, üç perdeden oluşan “Oeviedolu Katalina Sultan” adını verdiği tiyatro eserini tahminen 1600’lerin başında yazmıştı. En çok bu kitabında İstanbul’dan, özellikle de Topkapı Sarayı’ndan bahsediyordu. Eserde olaylar, XVI. yüzyılın sonlarında III. Murat’ın padişahlığı sırasında geçiyordu…
Cervantes, bir yandan diğer eserlerinde olduğu gibi otobiyografik kesitler sunarken, bir yandan da döneminin gerçeklerine değiniyordu…
Bir klasiğe dönüşen Don Kişot
Cervantes, hayatında yaşadığı ardı arkası kesilmeyen olumsuz gelişmelerden dolayı kendini iyi hissedemiyordu. Bir ara Amerika’ya gitmeye niyetlendi; ancak bu da mümkün olmadı. Sonunda Cervantes, kendisini bütünüyle yazmaya adamaya karar verdi.
Ancak bu da maddi açıdan kesin bir çözüm olmuyordu. Yazdığı oyunlar, şiirler ve de romanı ona henüz beklentilerini getirmemişti. Ne maddi ne manevi kazancı vardı. Çocukluğundan beri yoksulluktan yüzünü dönmeyen talihinin ne zaman döneceğini merakla yazmaya devam etti. Nihayet 1605’te, ününü yüzyıllarca yitirmeyecek “Don Quijote”yi (Don Kişot) yazdı. Belli ki umudunu yitirmeden devam etmenin ödülüydü bu. Siyah yanlarımızdan beyaza dönmeyi bilmenin ödülü…
Don Kişot, şövalyelik hikayelerini bıkmadan usanmadan okuyarak zamanla aklını yitirmenin kıyılarında gezen yaşlı bir adamdı. Bir süre sonra da okuduklarına inanır oldu ve bir şövalye olmaya karar verdi. Bir kahraman olarak anılmak ve kendini böyle hissetmek istiyordu. Bu özünde Cervantes’in kendisi için istediğiydi. Şimdi kuvvetli kalemiyle ulaşamadığı kahramanlıkta, şövalye kahramanlık öyküleriyle alay etme zamanıydı Cervantes için. Aslında alay ettiği tam olarak kendisiydi. Don Kişot, öyle bir ütopyada yaşıyordu ki, orada hanlar şato, yel değirmenleri de birer devdi. O, var olmayan tehlikeleri önceden seziyor, maceradan maceraya koşuyor ve sonunda hayal kırıklığına eşlik eden üzüntü ve biraz da utançla geri dönüyordu… Cervantes, Don Kişot’u yazmak için divitine uzandığında bugüne dek yaşadıklarından gözlemlediği, kalbinin ve aklının en bilindik köşelerinde tuttuğu her bilgiyi akıtmıştı. Bugüne dek yaşadığı her şeyi, yazmak için yaşayıp biriktirmişti sanki. O, sadece iyi bir yazma kabiliyetine değil, aynı zamanda iyi bir gözlem yeteneğine de sahipti.
Kimi kaynaklara göre Cervantes, “Çağdaş Romanın Babası” olarak kabul edilen Don Kişot’u yazmaya hapisteyken başlamıştı. İlk yazdığında da ona, “El Indigenioso Hidalgo Don Quijote de La Mancha” (La Mançalı Yaratıcı Don Kişot) adını vermişti. Cervantes bu eserde, İspanya’daki yaşamı, insanları, devleti, şövalyeleri ustalıkla hicvediyordu. Onu bunca ünlü eden, değerlendiren şey, böylesine çok yönlü, eşi benzeri daha önce denenmemiş bir eser oluşuydu. Cervantes, insanların psikolojik ve estetik tecrübelerini, genel ahlak düşüncesi ile aynı çerçevede buluşturmuş ve bu hiç de iğreti durmamıştı…
Cervantes, siyah ve beyaz yanının yansımaları arasında kaldığı gibi, edebiyatta da Honore de Balzac ve Homeros arasında bir yerlerde sıkışıp kalacaktı. Don Kişot, bir gün roman adını alacak edebiyat türünün gelişmesinde atılmış ilk adımlardan da biriydi. Cervantes, destan söyleyen son ozan ve modern anlamda bir roman kurgulayan ilk yazardı. İşte tüm bunlar yaşanmış onca siyahlığın üzerine ince satenden beyaz bir perde gibiydi. Her şeyin üzerine müthiş bir gölge olmuştu…
Yüzyıllar içinde dünyanın en çok okunan romanlarından olan Don Kişot, 38 dile çevrildi. Cervantes, Don Kişot’un ilk baskısı 1605’te yayımladıktan 10 yıl sonra 1615’te, ikinci baskısını yayımladı. Zaten dünya gözüyle görebileceği bir yılı kalmıştı…
Miguel de Cervantes öldü
Yoksullukla boğuşarak geçirdiği hayatında Don Kişot, Cervantes’in miladıydı. Ancak çoktan 60 yaşını bulmuştu. İlk cildi Madrid’de Yayımcı Juan de La Cuaste’ye bastırmıştı. Ancak ikinci baskıyı yapmayı kimse istememişti. Ancak 10 yıl sonra Francisso de Robles’in ilgisini çekince Don Kişot yeniden basılabildi ve kitap neredeyse tüm dünyada keşfedildi. Cervantes, nihayet amacına ulaşmıştı. Ona 70.000 Ducado maaş bağlandı.
Ancak hayatta her şey bir rutinde gitmezdi. Ya da belki giderdi de, Cervantes’in rutinine dönmüştü. Tam bir servet oluşturacak ve bununla yaşayacaktı ki, ömrü vefa etmedi. Cervantes, 23 Nisan 1616’da Madrid’de, aynı gün Stratford on Avon’da hayata veda eden William Shakespeare ile birlikte, gözlerini kapadı. 69 yaşındaydı…
Kaynaklara göre Cervantes de, karısı da, 1698-1730 tarihleri arasında inşa edilen Trinitarian Manastırı’na gömüldü. Ancak mezar yeri tam olarak bilinmiyordu. 2015’te, yaklaşık 30 araştırmacının oluşturduğu bir grup Cervantes’in mezar yerini belirlemek için yola koyuldu. Kızılötesi kameralar, üç boyutlu tarama cihazları ve özel radarlarla yürütülen araştırma çalışmaları sonunda, mezarın ve kemiklerin Cervantes’e ait olduğu açıklandı.
(Don Quijote ve Sancho Panza heykeli)
Her insan kendi içinde bir başka dünya. Pek çok şizofrenik algıları var gibi. Bir hamur gibi yoğuruluyor, mayamız ne kadar tutarsa o kadar şekilleniyoruz. Belki Cervantes şekillenme sürecini biraz uzun tutmuştu. Kısa yoldan ulaşılmak istenen pek çok şeyde uzayan yollar gibi uzadı yolculuğu. Savaştı, esir düştü, sevemedi ya da belki yeri geldi çok sevdi. Nihayetinde sadece bir insandı ve bu dünyadan çok okunan bir eserle geçmeyi başardı…
Üstelik Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, Charles Dickens, William Faulkner, Milan Kundera gibi birçok yazarı da etkiledi...