10 yıl sonra bugün, yaşadığı onca travmaya rağmen elindeki her bir rengi cesurca kullanan İlhan Berk için tüm cümlelerim…
O, aslında geçmişi olmayan bir adam. Bir yandan ne yazabilirsin, bir yandan da üzerine söylenecek ne çok söz var. Bulanık bir çocukluktan renklerle çıkmasını becerdiği için içimde kocaman bir teşekkür var her şeyden önce bu güzel adama. Babasının yokluğunu “Çocukluğum olmadı benim” diye tanımlayacak kadar naif bir kalp, belli ki ancak böyle var olabilirdi yeryüzünde…
İyi ki bu güzel yolu buldun ve kalbi şiirden geçen her kalbin de elbet ışığı oldun.
İyi ki renkler ve sözcükler vardı da, sen kalbimize dokundun.
Kalpten sevgimle…
Çocukluğu
İlhan, 18 Kasım 1918’de Manisa’da, Hesna Hanım ve Veli Bey’in altıncı ve son çocukları olarak dünyaya geldi. Kurtuluş mücadelesinin verildiği yıllardı. Her haneyi mesken tutmuş bir yoksulluk söz konusuydu. Hal böyle olunca Berk Ailesi de almıştı yoksulluktan payını. İleride şiirler yazmaya başladığında hep bahsedecekti bu günlerden…
İlhan için hayattaki en değerli varlık annesiydi. Onu “duru göllere” benzetiyordu. Elbette her çocuk için annesi değerliydi; ama onun için hayat demekti, annesiz yaşanmazdı. Babası, başka bir kadınla evlenip hayatlarından çıkmıştı. Onu, “çok döllü, kaba” olarak tanımlıyordu. Ama aslında baba demek, çocukluk demekti onun için. İlhan, babasını hatırlayabildiği son yaş çok küçük olduğundan, yıllar sonra ondan bahsederken, “Çocukluğum olmadı benim” diyecekti. Belli ki “Babam olmadı” demek çok ağırdı ona. Ablası da, çıkan bir yangında ölmüştü.
Tüm bunlar hayatının travmasını oluşturuyordu. Babasızlık, yoksulluk ve deli bir abla çevresinde geçen çocukluk, İlhan’ın çocukluğundaki mutsuzluk dolu tabloya şiirlerinde renk katacak unsurlar oldu.
Eğitim hayatı
İlhan, orta öğrenimine Manisa’da başladı; Balıkesir Necatibey Öğretmen Okulu’ndan mezun oldu. Ancak yoksulluk nedeniyle çalışması da gerekiyordu ve okula ara vermek durumunda kaldığı bir dönem oldu. Bir dişçinin yanında çalışıyordu; onun desteğiyle okulu bitirdi. İlhan, ailede okuyan tek çocuk olacak ve daha fazlasına da ulaşacaktı.
İlkokul beşinci sınıfta okul gazetesini çıkarma görevini üstlenmişti. İlk burada sezdi edebiyata ilgisini. Yine de en çok ortaokul, onun için çok şey ifade ediyordu. Çünkü işte ilk bu sıralarda başlamıştı şiire merakı. Bir kız vardı; çocuk kalbiyle çok seviyordu onu. Bütün şiirleri onaydı. Dünya kocamandı ve sol yanındaki ağırlık ancak şiir yazarsa hafifliyordu.
Artık bir delikanlı olmak üzereydi. Zamanla sol yanı daha da hafifleyecekti belki; ama artık dergileri takip eder olmuş, daha çok şiir okuma ihtiyacına düşmüştü. Muhit Dergisinde Necip Fazıl’ın “Kaldırımlar” şiiri ile adeta büyülenmişti. Öğrenciliği bu noktadan sonra hep okulun kitaplığında kitap okuyarak geçti demek kesinlikle yerinde olurdu.
Yayımlanan ilk şiirleri
İlhan, ilk şiirleri Manisa Halkevi’nin dergisi Uyanış’ta yayımlanmaya başladığında 17 yaşındaydı. Tüm bu şiirleri “Güneşi Yakanların Selamı” adını verdiği kitabında topladığında ise, 19.
1940’lara doğru Yeni Edebiyat anlayışını benimsedi. “Uyanı”, “Yığın”, “Yeryüzü”, “Kaynak”, “Ses” gibi dergilerde yıllarca şiirlerini yayımladı.
Şiirlerinde hece ölçüsü kullanıyordu. Yaşadığı dönemin şiir anlayışı konusunda karamsar olmaktan alamıyordu kendini. Sembolist şiirden esinlenilmiş izlenimi veren imgeler, şiirinin temelini oluşturuyordu. “Sonsuzluk”, “hülya”, “ateş”, “kızıl” şiirlerinde kullanmayı en çok sevdiği sözcüklerdi. İlk yıllarda saf ve sembolist şiire yakınlıktan, zamanla Toplumcu Gerçekçi Şiir’e de geçiş yapacaktı.
Dil anlayışında ise, henüz döneminin etkisinden kopamamıştı.
Öğretmenlik zamanları
Espiye’de iki yıl ilkokul öğretmenliği yaptı ve ardından Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’ne başladı. 1944’te Fransızca bölümünden mezun oldu. Artık öğretmenlik günleri başlayacaktı. 1945 – 1955 yıları arasında Zonguldak, Samsun ve Kırşehir’de ortaokul ve liselerde Fransızca Öğretmeni olarak görev aldı. Ancak bir sorun vardı; sürekli iyi bir öğretmen olup olmadığını sorguluyordu. Genelde bu sorgulama iyi bir öğretmen olmadığı sonucuna varıyordu zihninde. Sonunda görevinden istifa etti.
Şimdi şiir zamanı
Bir yandan da hala şiir bünyesindeki en tesirli duyguydu. Şairler ve şiirler konusunda kendisini geliştirmişti. Modern dünya şiirinin iki büyük şairi sayılan “Arthur Rimbaud” ve “Ezra Pound”un şiirlerini çevirdi ve kitaplaştırdı. İşte bu İlhan’a çocuk kalbinde ağır basan o ilk şiir yazdığı zamanları hatırlatmış olacak ki, artık kendini tümüyle yazmaya verdi.
Bundan böyle bir anlatı kitabı dışında yalnızca şiir olacaktı işi gücü. Tüm varlığını şiir yazmaya adadı. “Kül” adını verdiği kitabı, 1979’da, ona Türk Dil Kurumu Ödülü'nü getirdi. 1980’de de, “İstanbul” adlı kitabıyla Behçet Necatigil Şiir Ödülü’ne layık görüldü.
İkinci Yeni Akımı
İlhan Berk, Türk şiirinde, “çok deney yapan, şiire yeni yapılar arayan şair” olarak anılmaya başlamıştı. Vezinli ve kafiyeli olarak başladığı ilk şiirlerinden sonra sürekli bir arayıştaydı çünkü. Garip Akımı’nın da etkisinde kalmıştı; ama yeni bir şeylere ihtiyaç duyuyordu. Sonunda kendine has bir dil oluşturdu ve “İkinci Yeni Akımı” öncülerinden biri oldu.
“Güneşi Yakanların Selamı”nda görülen Nazım Hikmet etkisi de dağılmıştı. “Türkiye Şarkısı”, “İstanbul”, “Günaydın Yeryüzü” kitaplarındaki şiirler, geleceğe yönelik toplumsal özlemleri dile getiriyordu.
İkinci Yeni Akımı’nın örnekleri olacak şiirlerini ise, “Köroğlu”, “Çivi Yazısı”, “Mısırkalyoniğne”, “Galile Denizi” kitaplarında yayımladı. 1950’lerin ortalarında ortaya çıkan genç şairleri etkilemişti; onlardan etkilenecek kadar da gelişmeye açıktı.
Şiirde anlam yaratmak için anlamsızlıklara yöneldi. Bu sırada yalnızca anlamsızlığı savunduğu gerekçesiyle oldukça eleştirildi. Bu sefer de şiirde konuyu tamamen yok etmeyi denemeye karar verdi. Bir zaman sonra şiiri giderek düzyazıya yöneldi.
Tüm bu deneme yanılmalar, sonunda özgün duyarlılıkları ve buluşlarıyla 20. Yüzyıl Türk Şiiri’nin en önemli isimleri arasında anılmasını sağlayacaktı…
Ressamca yazılan şiirler
Şiir kadar bir değerli olgu daha vardı İlhan’ın hayatında: Resim. Ressamca şiirler yazıp, şairce resimler yaptığı düşünülürdü hep. Zaten o da, şiirlerinin yanında bir de resimleri sorulduğunda hep şöyle derdi: “Benim tavrım bir ressam tavrı değil, bir şair tavrı. Şiirle bir ilgi kurmaya kalkarsak, şiir gibi “bir anlık”tan söz etmeliyim: Bir yaprak düşer gibi düşer bir dize bende; resim de öyle…”
O resimle şiiri hiç ayrı tutmadı. İşte bu sebepten şiirlerinde sadece anlam değil, sözcüklerle oluşturduğu görselliğe ayrı bir özeni vardı. Şiirde görselliğe değer verdi. Böylece nesnelerin dünyasından şiirler çıkaran bir şaire dönüşmüştü. Aslında onun her şiiri bir tabloydu ve orada her canlıya, her nesneye yer vardı.
Onun odası, hayatı tablodan dünyaya yansıyan bir şiir gibiydi…
İlhan Berk öldü
Şiirle bezenmiş, şiirle renklenmiş 90 yıllık bir hayat. Fırçasını kaleminden ayırmadan, hayata geliş amacını şiirde bulan bir şair.
Bu insanlar ölümsüzlüğü buluyor diye düşünüyorum hep. Her yaş ölüm için erken olsa da, 90 aslında yadsınamayacak derecede iyi bir rakam ve aslında hiç ölmeyeceği ne çok eseri var. Elbette yazdıklarımı noktalamam için bir de şu cümleyi kurmam gerekiyor: İlhan Berk, 28 Ağustos 2008’de, Bodrum’da hayata veda etti.
Onca yaşanmışlığa, yüzlerce binlerce şiire son bir cümle…
Renkleri ve sözcükleri ustalıkla harmanlayan, hep yenilik peşinde koşan bir İlhan Berk geçti bu dünyadan…