Sizin onun hakkında bildiğiniz en ilginç yönü hangisi? Örgü örerek sıkıntı atıyor olması mı? En büyük hobilerinden birinin yemek yapmak olması mı? Ya da eldivensiz sokağa çıkmayışı mı? Belki de hiç evlenmemiş olması? Pek çok takıntıyla hayatını sürdüren biri olarak Hüseyin Rahmi’nin şu yönü de çok ilginçmiş diyemedim ben. Sadece aşkı hiç tattı mı, sanırım onu merak ettim. Belki de karşısına çıktı; ama fark edemedi, tanıyamadı. Kim bilir!
Ne kadar çok ilginç yönü olursa olsun, o bir yazar ve Hüseyin Rahmi’nin bu ilginç yönlerinden çok romanları ilgilendirmeli bizi. “Süt Kardeşler” filminin onun romanı “Gulyabani”den çıkmış olması ilgilendirmeli mesela. Eldivenli ve hep kibar görünümlü halleri de hep göz zevkimizi doldursun. Ne güzel…
Çocukluğu
Hüseyin Rahmi, 17 Ağustos 1864’te, İstanbul’da, Hünkar yaveri Mehmet Sait Paşa’nın oğlu olarak dünyaya geldi. Annesinin kucağından hiç inmeyen, yaramazlıklarıyla ünlü bir çocuktu. Ancak o kucakta yalnızca dört buçuk yaşına kadar kalabildi. Annesi hayata veda ettiğinde henüz 22 yaşında gencecik bir kadındı. Hüseyin Rahmi’nin ilk sessizlik günleri işte bugün başladı. Yıllar sonra “anne” sözcüğünün ona ait hislerini, ölümünden duyduğu dinmeyen müthiş acıyı şu cümlelerle kaleme alacaktı:
“Validem okur yazar bir kadındı. Beni dört buçuk yaşında teyzemin terbiye aguşuna bırakarak pek genç iken yirmi ikisinde hayata veda etti. Söz valideme intikal edince kalemimi tutamam, ağlamadan duramam. Çünkü kendisine pek düşkündüm. Kucağından hiç inmezdim. Çocukluğumda bütün ateşleriyle zihnime intiba etmiş birkaç levha vardır ki tahatturu beynimi daima yakar. O zaman ne olduğunu bilmediğim, itiraf lâzım gelirse hâlâ öğrenemediğim hayatın acılığı masum yanaklarımı pek insafsızca şamarlamıştı. Sızısı hâlâ gitmiyor…”
Hüseyin Rahmi henüz küçücük bir çocuktu ve çok sevdiği anne sıcaklığını yitirmişti. Ölümün nasıl bir şey olduğunu henüz anlaması çok kolay değildi. Annesinin ani ölümü üzerine Hüseyin Rahmi, Girit’te bulunan babasının yanına gönderilmişti. İlkokula burada başlamıştı ki, babasının yeniden evlenmesi üzerine, tekrar İstanbul’a gönderildi; anneannesinin yanına. 6 yaşlarındaydı. Eğitimine burada devam edecekti…
Kalabalık içinde yalnız günler
Hüseyin Rahmi, annesizliğinin üzerine şimdi de babasız kalmıştı ve her ikisi tarafından da terk edildiğini hissediyordu. O yaramaz çocuk günleri yerini sessizliğe teslim etmişti. Günden güne içine kapandı Hüseyin Rahmi. Bugünleri onu, ileride benimseyeceği “kimse ile samimi olarak görüşmeme” kararına götürecekti. Kurallarını kendisinin belirlediği, başka, yalnız bir yaşamı tercih edecekti…
Aslında gerçekten de etrafı çok kalabalıktı. Anneannesi, teyzesi, dadıları… Adeta kadınlar topluluğu ile iç içe yaşıyordu. Bu arada yaşam içinde ilk çocukluk öğretileri de ona göre gelişiyordu. Onlardan yemek yapmayı, örgü, dantel örmeyi, nakış işlemeyi öğreniyordu. Ayrıca müziğe ve estetik görünüme karşı da derin bir ilgi besler olmuştu. İleride yazacağı pek çok romanda özellikle kadın karakterlerini yazarken hiç zorlanmayacak, iç dünyalarından bahsederken kendinden emin tavrı hissedilecekti…
Ama bir yandan da bu çok sevdiği kadınlar da hayatından bir bir eksilecek, Hüseyin Rahmi’nin kişiliği oluşurken hayatında derin yaralar bırakmaya devam edecekti. Kadınların iç dünyalarını gayet bilerken yazdığı o eserlerinde, yaşadığı tüm bu kopuşların etkisi de hissedilecekti.
Günlerini yazarak geçirdi
Hüseyin Rahmi, anneannesinin yanına gönderildiğinde önce Yakubağa Mektebi, sonra Mahmudiye Rüştiyesi ve İdadide okumuş, ardından da 1878’de, Tarihçi Abdurrahman Şeref Bey’in himayesinde Mekteb-i Mülkiye’ye başlamıştı. Ancak ikinci sınıfta geçirdiği ciddi bir hastalık üzerine okulu yarıda bırakmak zorunda kaldı.
Kendini toparladığında da okula dönmek yerine artık çalışmaya başlamıştı. Kısa bir süre Adliye Nezareti Ceza Kalemi’nde memur olarak çalıştıktan sonra, Ticaret Mahkemesi’ne Azâ Mülazımı olarak geçti. Ardından da kendini yazmaya verdi. Bundan böyle maddi manevi tüm kazanımlarını yazıdan sağlayacaktı. Sonuçta onu yazacak kadar güçlendirmiş pek çok duygu yaşamıştı…
Hüseyin Rahmi, 1887’de, ilk öyküsü “İstanbul’da Bir Frenk”in Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmasıyla edebiyat hayatına adım attı.
1887’de, “Tercüman-ı Hakikat” gazetesinde yazmaya başladı. Ardından da İkdam ve Sabah gazetelerinde mütercim ve muharrir olarak bulundu. II. Meşrutiyet Dönemi’nde de (1908), Ahmet Rasim ile birlikte “Boşboğaz ve Güllabi” adını verdikleri bir gazete çıkardılar. Ancak sadece 37 sayı sürebildi. Daha sonra da İbrahim Hilmi Bey ile “Millet” gazetesini çıkardılar. Ancak o da pek uzun ömürlü olmadı. Bu iki gazetede de umduğunu bulamayan Hüseyin Rahmi, yazılarını “İkdam, Zaman, Vakit, Milliyet, Cumhuriyet, Son Posta” gibi gazetelerde yayımlamaya devam etti.
Edebiyatta edindiği yer
Hüseyin Rahmi, eserlerinde özellikle İstanbul halkının toplumsal yaşantısını, törelerine bağlılığını, batıl inançlarını, aile geçimsizliklerini irdeledi. Yani aslında sokakta her gün yaşanan, mahallenin kültüründen taşan tüm gerçekleri içeriyordu. Yaşadığı topluma kayıtsız kalamamış, mizahi bir dille kaleme almıştı.
Yaşadığı dönem itibarıyla o, aslında Servet-i Fünun Edebiyatı yazarları ile yaşıttı. Ancak yine de ondan bağımsız bir sanat görüşünü benimsedi ve sürdürdü. Realist ve natüralist bir görüşle, “Toplum için sanat” düşüncesini savunuyordu. Romanlarında Anadolu yer almıyordu. Daha çok insanı ve tabiatıyla 19. yüzyıl sonu renkli İstanbul manzaraları hakimdi.
Güçlü bir gözlem yeteneği vardı ve bunun yanında bu konudaki dağarcığı da oldukça doluydu. Çocukluğundan bu yana biriktirdiği gözlemleri kuşkusuz en çok işe yarayanıydı. Yazdığı eserler roman olmanın yanında sinemanın da ilgisini çekmişti. Kemal Sunal, Adile Naşit, Halit Akçatepe, Şener Şen, Ayşen Gruda ve daha nicesinin yer aldığı, severek izlediğimiz “Süt Kardeşler”, bir Hüseyin Rahmi Gürpınar eseri olan 1913’te yazdığı “Gulyabani”den uyarlanmıştı.
Bu arada edebiyatta edindiği bu güçlü yerin yanında bir dönem de siyasetle ilgilendi. TBMM’nin beşinci ve altıncı dönemlerinde, 1936-1943 yılları arasında, Hüseyin Rahmi, Kütahya Milletvekili idi.
Hiç evlenmedi
Hüseyin Rahmi, hayatını müzmin bir bekar olarak sürdürdü. Ona göre aşk, gelip geçici bir hevesti ve aslında cinsellikten ibaretti. Anne ve babasının durumundan mütevellit çocukluğunda onda kalan terk edilmişlik hissinden olsa gerek, evliliğe inanmıyordu. Hatta şöyle diyordu: "Eğer evlenmiş olsaydım, 45 romanımdan üçünü bile yazamazdım".
Bu konuda kararını sadece yaşamak istiyordu; ama bir yandan da insanlara ilginç gelen bu yönü merak konusuydu. Pek çok yönü gibi elbet! Refik Ahmet Sevengil, Hüseyin Rahmi’yi anlatan bir kitap yazacak ve bu durumdan şöyle bahsedecekti: “Şimdiye kadar hiç evlenmemiştir. Bir gün sebebini sorduğum zaman önce sıkıldı. Çocukluğunda aralarında büyüdüğü eski İstanbul hanımlarından öğrenilmiş bir mahcubiyet edası ile kızardı, sonra galiba suali cevapsız bırakmış olmamak için gülümsedi: Yattığım odada başka nefes istemem, sinirlenirim; bunun içindir ki misafirlikte de kalamam, diye cevap verdi”.
Evlilik konusu gerçekten de büyütülecek bir şey değildi onun hayatında. Sadece istemiyordu. Hatta şöyle bir olay da yaşanmıştı bahsi geçen: tek parti döneminde Yozgat Milletvekili Süleyman Sırrı Bey, bekar erkeklerden vergi alınması yönünde bir istekte bulunmuştu. Bunun üzerine çok sinirlenen Hüseyin Rahmi, tepkisini şöyle göstermişti: “Evlenmedim, evlenmeyi de düşünmüyorum. Bekarlığın ceremesi kaç lira ise, çekmeye hazırım!”
Şevket Rado ise, bir diğer ilginç yanı olan eldivenlerinden bahsederken, evlenmeyişine şöyle bir kanaat getiriyordu:
“Hüseyin Rahmi yanına eldiven almadan asla sokağa çıkmazdı. Sokakta el sıkmasını sevmez, evdeki kapıları entarisinin eteği ile tutarak açardı. Belki de hayatında hiç evlenmemesinin sebebi bu idi”.
İlginç yönleri
Hüseyin Rahmi, çocukluğunda başlattığı içine kapanıklığını, ömrünün sonuna kadar sürdürmeye kararlıydı. Heybeliada’da, kuş uçmaz kervan geçmez bir tepeye köşk yaptırdı. 1912’de taşındığı bu köşkte, çocukluğundan beri tanıdığı ve kendisi gibi hiç evlenmemiş Miralay Hulusi Bey ile toplumdan da, dönemin edebiyat çevresinden de uzak bir yaşam sürdü. En çok bu yalnız halleri, onu gizemli kıldığından olsa gerek, merak konusuydu. Ama o, bu konuda hiç konuşmazdı.
Evet, Hüseyin Rahmi çocuk yaşta yaşadığı kayıpların üzerine yalnızlığı diline ve hayatına pelesenk etmiş bir adamdı. Ancak bunun yanında şu çocukluğunda etrafında bir kadın topluluğunda büyürken öğrendiklerini de sadece o zaman diliminde bıraktı. Örneğin örgü ve dantel merakı, sıkıntılarını ve yalnızlığını unutmak için en önemli aracı olmuştu. Artık yemek yapmakla birlikte en özel hobisi olmuştu. Özellikle dondurma ve reçelde ustalaşmıştı. Tanıdığı bir kadın, Hüseyin Rahmi için şöyle bir yorumda dahi bulunduğu söyleniyordu: “Hüseyin Rahmi’nin reçellerini, Hüseyin Rahmi’nin romanları kadar severim”.
1912-1944 yılları arasında Hüseyin Rahmi, bu köşkte yaşadı. Ölümünün ardından ise, Kültür Bakanlığı’nın restorasyonuyla müzeye çevrilecek, halkın ziyaretine açılacaktı. Bugün hala müze olarak varlığını sürdüren bu köşkte, Hüseyin Rahmi’nin el işleri ve kitapları sergileniyordu…
Bu yönlerini Refik Ahmet Sevengil de Hüseyin Rahmi’yi anlattığı, “Hüseyin Rahmi Gürpınar” adlı kitabında yeri geçen cümlelerden bir paragrafı şöyleydi:
“Çocukluğu eski İstanbul hanımları arasında geçmiş; aradaki yarım asırdan hayli fazla olan zamana rağmen o hayatın tesirlerini jestlerinde kuvvetle muhafaza ediyor. Güngörmüş, anâneye sadık, kibar bir İstanbul hanımefendisi gibi ekseriya ellerini ya dizlerinin üstünde, ya göğsünün üstünde kavuşturarak oturur. Gülerken parmakları birbirine bitişip güzel bir siper haline gelen bir eli ile ağzını örter; kahkahaları küçük, sessiz ve kibardır. Dudaklarında sönen gülümsemesi, bir müddet de gözlerinde devam eder… Gayet iyi tentene örer, yastık işler, beyaz işi yapar…”
Hüseyin Rahmi Gürpınar öldü
Şimdi siz belki de onun adına üzüldünüz; ama belki de kendi hayatı adına özgür karar verebildiği için mutluydu o. Evet, ne yazık ki, çocukluğundan bu yana canını yakan pek çok şey vardı. Yine de Hüseyin Rahmi, hayatı kendi bildiğince yaşamanın bir yolunu bulmuş, kendi kurallarını koymuştu…
Ömrünün yarısını inzivada geçirdiği köşkünde, 8 Mart 1944’te, hayata veda etti. Geriye romanlarının yanında gözünün nuru dantelleri, dondurma ve reçellerinin kokusu kaldı. Cansız bedeni de çok uzağa götürülmedi; Heybeliada’da bulunan Abbas Paşa Mezarlığı’na defnedildi.
Yaşamının kurallarını kendisi belirleyen, romanlarında da hayatındaki gibi kendini özgür kılan, etkinliği cinsiyetine aldırmadan hobisi edinen, eldivenlerini eksik etmeyen bir Hüseyin Rahmi Gürpınar geçti bu dünyadan…