‘Şiir, bir kişinin yeniden düzenlediği bir dünyadır. Kişi şiir yazmakla ya yeni bir dünyanın temeline temel taşı koyar ya da temelinde yıkılması gereken bir eski dünyaya bir sapan taşı atar. Bu iki taş arasında da bir fark yoktur.”

Oruç Aruoba yaşamı boyunca arasında bir fark olmayan bu taşlardan pek çok yapı inşa etti. Ve bugün sosyal medyadan öğrendik ki, – artık günümüzün kayıp haberlerini böyle alıyoruz – sevgili Oruç Aruoba’yı 72 yaşında kaybettik. Şiire böylesine tutkun şairlerin, her boyutu tekrar tekrar düşünen filozofların bu dünyadan göçüp gitmesine alışmak her isimde daha zor ve bu dahanın da bir sonu yok. Neyse ki  o da adını şimdi edebiyatımızda sonsuzluğa yazdırdı…

Bol güneşli bu Pazar günümü klavyemin başında Aruoba ile geçirdim. Her bir düşüncesi ben okudukça cümlelerinden su gibi aktı. Arada dönüp sosyal medyada paylaşılanlara baktım. Çok sevdiğim, artık dostluğunu baki bildiğim Şeniz Baş’ın bir paylaşımı ile karşılaştım. İçinden Aruoba geçen bir anısını anlatıyordu. Şimdi kapattım telefonu ve izni ile sizinle de paylaşmak istiyorum. Bu şekilde benim de Aruoba anım olacak ve onun ruhuna ulaşacak. En azından ben öyle olsun istiyorum. Nihayetinde hepimiz üflenmiş birer ruh değil miyiz?

“Bu küpenin bir hikâyesi var. Benim için çok anlamlı. 16-17 yaşlarındayım, Kuşadası’nda yazlıktayız, bir kuyumcu vitrininde bu küpeleri gördüm, takıldım. Annem, ‘Baban İstanbul’dan gelince alır.’ dedi. Babamın daha geldiği ilk gün gittik. İlginç bir kuyumcuydu, dükkânda kitaplıklar vardı. Rahmetli babam sohbetli adamdı, bunlar oturdular bir sohbete yine. Ben de kitaplığın yanına çöktüm. Rafta daha önce ismini hiç duymadığım birisinin kitabı vardı. Çektim aldım. Okudukça kitaba yapıştım. Böyle bir dil ve anlatım görmemiştim daha önce. Kuyumcu bana kitabı hediye etti. Sonra tüm kitaplarını aldım, hakkında her şeyi okudum. O, Oruç Aruoba’ydı. Bugün vefat ettiğini öğrendim, dün de nereden estiyse küpeleri çıkarıp takmıştım. Bu uğurlu küpe bana babamdan, garip kuyumcudan ve Oruç Aruoba’dan hatıra, öyle hissediyorum. ‘Kaplumbik Operasyonu’ kitabını da bu küpelerin aşkına yazmıştım. Kuyumcuya şükranla…”

Sevgili Oruç Aruoba ve Canım Şeniz Hanım’ın sevgili babası, ruhunuz şad olsun…

Çocukluğu ve eğitim/akademi hayatı

Oruç 14 Temmuz 1948’de, Kocaeli Karamürsel’de, Muazzez (Kaptanoğlu) ve Fahir Aruoba çiftinin çocukları olarak dünyaya geldi. Bir filozof olma yolunda ilerleyeceği eğitimden geçecekti…

TED Ankara Koleji’ni bitiren Oruç, üniversitede tercihini Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü’nden yana kullandı. Burada lisans ve yüksek lisans eğitimini tamamladı. Ayrıca üniversitesinde çalışmalarına da devam etti ve Felsefe Bilim Uzmanı oldu. Felsefe, onun yaşamını şekillendiren alandı. 1972’de, Hacettepe Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev aldığı süreçte, Felsefe Bölümü’nden doktorasını aldı. Öğretim üyesi olarak 1983’e kadar üniversitede görevine devam etti.

Yazıları, şiirleri, filozof olma yolunda onu besleyen her şey adım adım yoluna parlak taşlar döşüyordu. Bir yandan da Almanya’daki Tübingen Üniversitesi’nde Felsefe Semineri Üyeliği vardı. 1981’de de Yeni Zelanda, Wellington’da bulunan Victoria Üniversitesi’nde Konuk Öğretim Üyesi olarak yer aldı…

Yazım yolculuğu ve akademik çalışmaları

Oruç yazma konusundaki çabalarına ortaokulda ikinci sınıfta başlamıştı. Kitaplar, sözcüklerin ışığı onu aydınlatmaya erken başlamıştı. Üniversiteye varana dek iyi bir okur olma yolunda ilerledi. Yolunu parlatacak o taşların her birine cila olacak sözcükler ekliyordu dağarcığına. Özellikle iyi bir şiir okuruydu. Yıllar sonra Heidegger’in şiire yaklaşımını keskin ve bilgili bir dille ifade edebilecek kadar iyi bir okur olma yolundaydı.

Filozof Martin Heidegger’in şiire yaklaşımını şöyle açıklamıştı Auroba:

“Ona göre insanın temel sözü şiirdir. Çünkü insan yaşayan, dünyanın içinde olan, diğer insanlarla ilişkisini dil aracılığıyla kuran varlıktır. İnsanın bütün etkinliklerinde yer alan, içinde yaşadığı dil ile (tarihsel olarak da) içinde yaşadığı var oluş arasında kurduğu temel anlam ilişkisi, şiirde ortaya çıkar. İnsanın bilinen bütün tarihi boyunca çeşitli biçimlerde görülen “şiir” adı verilen dilsel kuruluşlar, bu temel ilişkiyi ortaya koymaya (dile getirmeye) çalışan insan yöneliminin ürünleridir. Heidegger de buna ulaşmaya, (anlamlandırmaya, yorumlamaya) insanın dünya ile ve diğer insanlarla olan ilişkisini ilk biçimiyle yeniden kavramaya çalışır.”

Yıllar sonra bir röportajında da kendi dünyasında şiirin ayrıcalıklı yanını paylaşacaktı. Çünkü onun için felsefe ve şiir yakın olgulardı. Bu konuda şunları söylemişti:

“’Yakın’ değil, neredeyse özdeş buluyorum. Şiir, felsefe için tek ayrıcalıklı sanattır – bütün öteki sanat dallarını teker teker ve birlikte ele alıp, ‘genel’ sanat içinde nasıl yan yana bulunduklarını ortaya koyabilince, şiir hep ayrı durur – hepsinin altında ya da üstünde; ama yanında değil…

Şöyle: Her bir sanat dalı kendine özgü ‘malzeme’siyle – kâğıt, çizim, renk, taş, ses, vb. – anlam kurar. Oysa şiir anlamla anlam kurar; malzemesi de, ürünü de anlamdır. Tabii ki dili, sözcükleri ve tümceleri kullanır; ama bunlarla, onların anlamlarıyla kurduğu başka, yeni bir anlamdır. Kendine ‘verilmiş’ olan ‘doğal’, ‘gündelik’ dil içinde var olan, işleyen anlam birimlerini yeni bağlantılar içinde işleyerek, daha önce var olmayan anlam bütünlükleri kurar, yaratır. Haydi bir küçük örnek: ‘Duman’ın da ‘dağ’ın da ne anlama geldiğini biliriz ya, bir dizede ‘dumanlı dağlar’ kuruluşu geçince, ne anlarız? Şair ne demektedir?”

Felsefe ile hocası İonna Kuçuradi ve Nietzsche sayesinde tanıştı ve kuvvetli bir bağ kurdu. Ardından yazdıkları da akademik bir nitelik kazandı. Etik, epistemoloji, Kant, Nietzsche, Heidegger, Marx, Wittgenstein, Kierkegaard, Hume konuları üzerine uzun yıllar çalıştı. Nietzsche, Hume, Kant, Rainer Maria Rilke, Paul Celan, Matsuo Basho, Harmut von Henting gibi pek çok yazar, düşünür ve şairlerin eserlerini Türkçeye kazandırdı. Wittgenstein’in eserlerini Türkçede bizlerle tanıştıran da yine Auroba idi. Nietzsche’nin ‘Antichrist’ adlı eserini de Türkçeye, Almancadan kazandırdı.

Bununla birlikte Auroba, Yapon Edebiyatı kökenli Haiku’nun da Türk Edebiyatı’ndaki temsilcilerinden biri oldu…

Auroba, 1973’te yazar olma yoluna ürkek adımlarla başlamışken, zamanla ülkenin en değerli isimleri arasında anıldı. O zamanlar bunu belki hayal bile edememiş olacak ki, yıllar sonra bir röportajında zamanın sıralamasında çalışmalarını şöyle anlatıyordu:

“1973’te başlayarak yazar olma yoluna —ürkek adımlarla— girmeğe başladım. 1979 bir dönüm noktasıdır; 1981’de de becerebileceğimi düşünmeye başladım. 1983’de akademisyenliği terk ettim. 1986 da ikinci dönüm noktasıdır — sonra yazdım…”

Ve sonra yazdıklarının nasıl kitaplara, kendisinin nasıl bir yazara, şaire, filozofa dönüştüğünü anlatıyordu:

“Başlangıçta amacım hiçbir zaman ‘kitap’ yazmak olmadı. Bir şeyleri anlamağa çalışmak; eğri okuduğunu gördüğüm bir şeylerin doğrusunu bulmağa çalışmak; bir şeyi tam olarak dile getirmeğe çalışmak — yazma çabam buna benzer şeyler oldu. Sonradan, yazdıklarım, kendileri bir bütün hâline geldiler ve bana bir ‘kitap’ olduklarını bildirdiler — o zaman, ‘kitaplaştırdım’ ben de onları… Yani, ben kitap yazmadım: kitaplarım kendilerini yazdırdılar.”

O hiç planlamasa da, yol onu edebiyatın içinde özel bir yere kadar taşımıştı. Aruoba, ‘De ki İşte’ (1990), ‘Yürüme’ (1992), ‘Hani’ (1993), ‘Uzak’ (1995), ‘Yakın’ (1997), ‘İle’ ((1998),  ‘Benlik’ (2005), ‘Meşe Fısıltıları’ (2007) gibi çok sayıda felsefe kategorisinde kitaplar yayımladı. Bununla birlikte ‘Kesik Esin/tiler’ (1994), ‘Geç Gelen Ağıtlar’ (1994), ‘Sayıklamalar’ (1994), ‘Doğançay’ın Çınarları’ (2004) gibi şiir kitapları da yazdı.

Kırmızı Dergisi pek çok basın organında yayın yönetmenliği, yayın kurulu üyeliği ve yayın danışmanlığı yapan Aruoba, yine pek çok dergi için de çeviriler hazırladı…

Türkiye’nin Nietzsche’si Oruç Aruoba

Aruoba, başlangıçta hiç böyle bir sona varmayı planlamadığı kalemiyle, Türkiye’nin Nietzsche’si olma yolunda ilerlemişti. “Ben kitap yazmadım: kitaplarım kendilerini yazdırdılar.” derken de tam bir filozoftu işte. Özgür Üniversite’de ‘Marx ile Nietzsche’ adlı bir ders de vermişti. Bir röportajında bu dersi şöyle anlatıyordu:

“Marx ile Nietzsche aynı yıllarda, ama birbirinden habersiz, çok benzer sorunlarla uğraşmış ve birbirlerini birçok bakımdan tamamlayan görüşler geliştirmişlerdir. Oysa son yüzyılda çok ayrı, hatta karşıt akımlar içine sokuldular, akrabalıkları göz ardı edildi. Bu yakınlığı anlatmaya çalıştım o derste…”

Bunun yanında Aruoba, Felsefe Sanat Bilim Derneği’nin her yıl düzenlediği ‘Assos’ta Felsefe’ etkinliklerine konuşmacı olarak katılıyor, ‘Felsefenin Hayvanına Ne Oldu?’, ‘Bilim ve Din’ gibi pek çok başlıkta konuya dikkat çeken sunumlar yapıyordu.

Fikirlerine değer verilen Oruç Aruoba’nın şiirlerindeki üslubu ve noktalama işaretleri, dilbilgisi kurallarının dışında kalıyordu; ancak bu durum akademik çevrede sanatçının şahsına münhasır üslubu olarak değerlendiriliyordu. Edebiyatımıza değerli pek çok katkıda bulunan Aruoba, 2006 ve 2011’de de, ‘Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’ için düzenlenen yarışmada, Füsun Akatlı, Doğan Hızlan, Orhan Koçak, Ahmet Cemal, Nükhet Esen, Nilüfer Kuyaş ve Emin Özdemir ile birlikte seçici kurulda yer aldı.

Aruoba’nın gözünden Türkçede felsefe

Türkçede bir filozof olarak özel bir yer edinen Oruç Aruoba, bir röportajında felsefe ile delilik arasında bir bağ kurarak şunları söylüyordu:

“Türkçede ‘deli saçması’ diye bir şey vardır; gerçekten de felsefi düşünceler, uzaktan bakınca deli saçması gibi gözükür. Toplum, sağlıklı, aklı başında bireyler topluluğuysa, bunun içinde felsefeyle uğraşmak, gönüllü olarak tımarhaneye girmek gibi bir şeydir. Öte yandan, felsefe yapmak, insan beynini hiç de alışık olmadığı bir yönde pek fazla zorlar; bu yüzden, bir noktada sigortası atabilir beynin. Felsefe tarihinde sahiden çıldırmış epey düşünür vardır; zihinsel bunalım geçirmemiş düşünür ise yok gibidir.”

Bir başka soruda ise, Türkçeyi bir felsefe dili olarak nasıl gördüğünü açıklıyordu:

“Türkçe olağanüstü bir dildir; barındırdığı olanakları daha yeni yeni anlayıp kavrayabiliyoruz. Türkiye üzerine yaptığım bir konuşmada ‘esnek çelik’ eğretilemesini kullanmıştım. Felsefe açısından da, gizilgüç olarak son derece zengin bir dildir; ama bu açıdan pek az işlenmiş, düşünce dile getirme olanaklarının pek azı gerçekleştirilmiştir.”

Yine aynı röportajda Aruoba ‘Sizce felsefenin günümüzdeki yeri nedir?’ sorusunu da felsefi bir yaklaşımla şöyle yanıtlıyordu:

“Felsefenin hiçbir ‘gün’de ‘yer’i yoktur; yersizdir felsefe. İşlevi ne olmalıdır, anlamında soruyorsan; insanların kafalarını karıştırmak. Ama bu hep böyleydi; bizim ‘gün’ümüzün bir özelliği değil; çünkü insanlar – hani şu sağlıklı toplum – hep yeniden kendine sahte düzenlilikler kurar; felsefenin işi de bu düzenlere çomak sokmaktır – koyunu sürüden çıkmağa ayartmak…”

Oruç Aruoba’nın gözünden Modern Türk Şiiri

Aruoba, geçmişten bu yana ulaşan şiirde elimizde müthiş bir hazinenin varlığından söz ediyordu. Bir röportajda kendisine ‘Modern Türk Şiirini ve bunda Haiku’nun yerini nasıl buluyorsunuz?’ diye sorulduğunda işte şu lezzetli açıklamayı yapmıştı:

“Cumhuriyet Dönemi Şiiri, üç kuşak içinde olağanüstü bir zenginliğe ulaşmıştır; Türkçesi herhangi bir ‘evrensel’ şiir diliyle karşılaştırılabilir düzeydedir. Bugünlerde yazmağa başlayan dördüncü kuşağın elinde tam anlamıyla bir hazine var.
Haiku’nun uluslararası bir ‘janr’ haline gelmesi, – daha doğrusu Japoncadan başka dillerde de yazılır olması – çok yeni bir şeydir. Ama örneğin, Orhan Veli’nin geliştirdiği kara mizahlı şiirde önemli etkisi olmuş, anlaşılan kendisi de en az iki tane Haiku yazmış. Necatigil’de de, Edip Cansever’de de, Haiku havası vardır. Zaten Türkçe, kısa ve derin yazmaya çok elverişli bir dildir.”

Sonra örnekliyor Aruoba:

“Nâzım’ı düşün:

Gelsene dedi bana
Kalsana dedi bana
Gülsene dedi bana
Ölsene dedi bana

Geldim
Kaldım
Güldüm
Öldüm.”

 

Felsefede usta çırak ilişkisi

İnsan Aruoba’yı okudukça, derinleştikçe onu daha da merak ediyor. Felsefe hakkında bunca düşünmüş, yazmış, hatta ‘Türkiye’nin Nietzsche’si’ diye anılmış bir filozof olarak neyse ki felsefedeki usta çırak ilişkisi hakkında ne düşündüğünü bize bırakmış. Bir röportajında bu konuda şöyle konuşmuş Aruoba:

“Kant ‘Felsefe öğretilemez; ama felsefe yapma öğretilebilir.’ der. Bu anlamda, felsefe tarihinde bütün düşünürlerin bir ustası olmuştur; canlı ya da ölü… Felsefe yapma, şiir yazma gibi öğrenilmesi gereken bir şeydir; ‘kendiliğinden’ olmaz. Bu yüzden kişinin önce çırak olması gerekir; sonradan becerebilirse kalfa, sonra da gücü yeterse usta…”

Aruoba kitaplarında ne anlatıyordu

Oruç Aruoba, 1993’te yayımladığı ‘Hani’ adlı eserinde şöyle bir cümleye yer vermişti: ‘Yavaştır yaşamın anlamı!’ Yıllar sonra bir röportajında bu cümle karşısına, ‘… bugüne bir karşı çıkışın temsili gibi. Hızlandıkça anlamı/mızı mı yitiriyoruz bu çağda?’ şeklinde bir soru olarak geldi. Aruoba, bu soruyu zamanın felsefe üzerinde dağılımı, bir küçük gezintiden sonraki soluklanması, ileride olana ulaşması gibi cevaplıyordu:

“O tümce bir eleştiriden çok, bir saptama: Kişi yaşamını, yaşadıklarını ne kadar ‘hızlandır’dığını sanırsa sansın, yaşam hep kendi yavaş ve sanki ‘kendinden emin’ temposuyla, zamanında gelir ve yaşanır. Bu yüzden yaşamın temposunu kurcalamamak gerekir. Zen bilgeliği, ‘Her şeyin kendi yeri vardır’ der; ‘her şeyin kendi zamanı da vardır.’ diye ekleyebiliriz herhalde. Zaten değiştirilemez; ama değiştirmeye – ‘önce’ye ya da ‘sonra’ya almaya – çalışmak da bir şeyleri bozabilir, zedeleyebilir, kırabilir. O tümce bir de şunu belirtiyor, ya da önceliyor: Yaşadığın bir şeyin anlamını, o sırada, yaşarken bilemezsin çoğunlukla; ancak senin anlamanın zamanı gelince anlarsın o yaşadığının anlamını, bu da yıllar sonra gerçekleşebilir…”

Ve sorular bu yanıtın ardından şöyle devam ediyordu:

“Yerleşik kanıların aksine, ölümle özgürlük arasında da bir ilinti kuruyorsunuz. Buna göre, özgürlüğün koşulu, yaşama olanağının ölümde görülmesine dayanıyor. Yaşama olanağı ölümde görülmediği takdirde nasıl bir tutsaklıkla karşı karşıya kalınır? Bugün yaşadığımız ‘tutsaklıklar’a biraz benzemiyor mu?”

Ölümle özgürlük arasındaki o ilinti, Aruoba’nın felsefesinde sarsılmaz bir bağ buluyordu. Aruoba bu soruyu şöyle yanıtlamıştı:

“Önceki sorudan devam edersek: ‘Yerleşik kanılar’ ne derse desin, bu ‘ilinti’yi kuran ilk ben değilim. Nietzsche ölüm bilinci üzerinde bütün bir erdemlilik/özgürlük kuramı geliştirir; Heidegger’de ‘Ölümüne [doğru için] var olmak’ gibi bir kavram vardır. Ustam Bilge Karasu da ‘Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nda, iki ölüm olanağı ile özgürlük arasındaki ilişki üzerine, ‘efendi-köle’ ilişkisi üzerinden bir irdeleme yapar. İmdi, kişi ancak ölümün kesinliğini ve içeriksizliğini tam olarak yüklenirse, yüklenince, özgürleşme olanağına yaklaşabilir. Hem kişisel hem de toplumsal/tarihsel özgürlük biçimleri için geçerlidir bu. Çok çiğnenmiştir; ama Mustafa Kemal’in ‘Ya istiklal ya ölüm!’ ilkesi üzerinde düşünmeye değer: Bütün bir toplum işgalcilerine karşı savaşmayı seçerek, toptan yok olmayı göze alarak bağımsızlığını kazanmıştır. Bunun benzeşiklerini tek kişilerin yaşamlarında da görebiliriz.”

Bir başka soruda Aruoba’ya, yaşananla yazılan arasında hep bir mesafe olduğunu/kalacağını yazdığı hatırlatılıyordu. Bu durum karşısında Aruoba’nın açıklaması yenilip yutulası, sindirmek için uğraşılasıydı. Çünkü şiirden felsefeye, hayatındaki pek çok olguyu yeniden cevaplıyordu:

“Yaşanan yazıldı diye değişmez; oysa öyle yazılmasını belirleyen öyle yaşanmış olmasıdır. Burada tabii devreye dil girer; yaşanmışın düşünülmesi başka şeydir, düşünülmüşün yazılması başka şey… Yalnızca şiirde düşünme ile yazma eşzamanlı olarak işler. Felsefede ise aralarındaki mesafe uzayabilir. Ben bunu epey kısa tutmaya çalışırım genellikle; bu yüzden olacak kimileri düzyazı olarak yazdıklarımı da ‘şiirsel’ buluyor.

Bir örnek vereyim: Bir gün geri çeviremeyeceğim birisi, bana bir tavşan yavrusu armağan etti; hem de iki kez. Birincisi ilk günün sabahına ölü çıkınca, ikincisini getirdi. Ben de ‘tavşan beslemeye’ başladım. Ama ne yapmam gerektiğini bilemiyordum. Örneğin, ne versem hemen büyük bir hızla yiyip bitiriyordu: Bu yararlı mıydı; neyi, ne zaman, ne kadar yedirmeliydim? Gidip Eminönü’ndeki pet dükkânlarına sordum, ‘Tavşan Besleyene Kılavuz’ gibi bir şey var mı?’ diye; ‘Yok!’ dediler. Dönüş vapurunda kafamdan geçen çeşitli düşünceler… Havuç sever… Güney balkonu… Tahta kutular içinde… Günde bir tane verebilirim… Arasından, “Tavşan besleyen havuç da yetiştirmelidir.” tümcesi çıktı. Bu hoşuma gitti; bir de eğretileyebileceğim bir alan açtı; sonradan ‘aynı minval üzere’ yazdığım tümcelerle bütünlediğim kitabın ilk tümcesi oldu. Tavşanımı, artık baş edemediğim bir hale gelince, götürüp profesyonel yetiştirici olan birilerine verip bırakmak zorunda kaldıktan sonra bütünlendi, yayımlandı.”

Oruç Aruoba seyyah mıydı, yerleşik mi

Aruoba’nın felsefe yapmayı tanımlayan şöyle bir cümlesi vardı:

“Felsefe yapmak, kişinin, gelmeyeceğini bildiği birisini beklemesine benzetilebilir.”

Bir röportajında bu cümle için kendisine, ‘Burada bir çaresizlikten çok bir rağmen okumak mümkün gibi’ ifadesiyle soru olarak yöneltilince Aruoba, yanıtında itiraflar da ekleyerek hayatından kesitlerle felsefeyi bir kez daha başka bir boyuttan tanımlıyordu:

“Ne ‘çaresizlik’ ne ‘rağmen’, ikisinin de ötesinde bir şey… Haydi bir itirafta bulunayım: Bunu yaşamım içinde üç kez yaşadım. Issız bir deniz kıyısında; herkesin gittiği, otoyol kıyısındaki bir ‘ofis’te, ancak kar kaplı merdivenlerle ulaşılabilecek bir evde… Her seferinde sevdiğim bir kişinin oraya, bulunduğum yere gelmesini istedim, istiyordum; ama bilerek gelemezdi; isteseydi bile, orası zaten gelinemezdi, zaten benim orada olduğumu, onu beklediğimi, gelmesini istediğimi bile bilmiyordu; ama ben, beklentimden hiç vazgeçmeden sürdürüyordum beklememi… Bazı haşarı öğrencilerim (sonradan anlattılar), “Bakalım nasıl bir işmiş bu?” diyerek, herhalde kafa çekip tartıştıktan sonra, sabahın dördünde Barbaros Bulvarı’nın tepesine çıkarak, o saatte ‘gelmeyeceğini bildikleri’ Beşiktaş-Sarıyer dolmuşunu beklemişler… Espri bir yana, felsefe gerçekten böyle bir şeydir. Bunu birkaç kitabımda çeşitli açılardan irdelemeye çalıştım; ama, çok açık anlatabildiğimi sanmıyorum…”

Sonra bir başka soru geliyordu. Oru. Aruoba ne kadar yerleşikti? Yoksa onun için bir seyyah denebilir miydi? Bir filozofun bu konudaki düşüncesi de felsefeden akan yanıtlar içeriyordu:

“Çok fazla bilinçli olarak amaçlamadan, ama bir ‘yaşam eğilimi’ olarak, galiba kendimi bütün yerleşikliklerimden kopardım yaşamım boyu: ‘Ev kurmak’, ‘aile kurmak’ gibi aşamalardan da geçerek; seçtiğim ‘meslek’leri – en başta, bütün yaşamımı vermeyi amaçladığımı – de terk ederek… Bir sayayım: Doğduğum evden – ve anne babamın evlerinden – sonra, (hiçbiri benim “sahibi” olmadığım) on bir ev değiştirmişim… Bugünkü çağda hem anlamlı değil; hem de kendine aykırı ‘finansiyel’ temeller gerektirirdi; ama arada bir istediğim yere süreceğim bir karavan ya da liman liman gezinebileceğim bir tekne düşlediğim olmuştur. Hani benim gençliğimde, Avrupa’ya gelip Almanya’dan ‘Volkswagen Bus’ satın alıp (burnundaki VW amblemini de ‘barış’ amblemiyle değiştirip, bir güzel de boyayıp) Katmandu’ya doğru yola çıkan Amerikalı “çiçek çocuklar”, hippy’ler vardı ya… Başo’nun üç yüzyıl önce olabildiği gibi bir ‘gezgin’ olmak isterdim galiba; ama artık olanaklı değil. Zaten bacaklarım da artık yetersiz…”

Oruç Aruoba öldü

Bugün, edebiyatı hüzne boğan o haberi aldık. Oruç Aruoba, 72 yaşında hayata veda etti. Aruoba’nın kitaplarını basan Metis Yayınları, acı haberi sosyal medyadan yayınladığı şu mesajla duyurdu:

“Sevgili Oruç Aruoba’yı kaybetmenin büyük üzüntüsünü yaşıyoruz. Ailesine, sevenlerine, okurlarına başsağlığı dileriz.”

Geride düşüncelerini, cümlelerini, şiirlerini bıraktı da gitti Aruoba. İlk kez 1995’te yayımlanan ‘Uzak’ eserinde bir cümlede şöyle diyordu:

“İki yol vardır, sizi acıdan kurtarabilecek: Hızlı ölüm ve uzun sevgi:”

Bir filozof olarak aklından geçen düşünceleri her boyutunda yeniden yeniden düşünüp anlamlandıran, şiiri hep ayrı tutan, yaşamındaki her bir kesitte yazdıklarıyla var olmuş, onları miras bırakan bir Oruç Aruoba geçti bu dünyadan…