Atatürk’ü Yaşatmak

''Beni görmek demek behemehal yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir.'' Mustafa Kemal Atatürk
ATATÜRK'Ü YAŞATMAK Mustafa Kemal Atatürk, 10 Kasım 1938 günü saat 9'u 5 geçe İstanbul'da, Dolmabahçe Sarayı'nda ölmüştür. 1881 yılının hangi gününde Selanik'te doğduğunu ise bilmiyoruz. 1881-1938 yıllarının sınırlandırdığı yaşantısı, bir yandan toplumumuzun Tanzimat sonrası gereksinme ve isteklerini belli bir doğrultuda yansıtırken, bir yandan da kurucusu olduğu Türkiye Cumhuriyeti'nin oluşumunda belirgin çizgileriyle sürüp gitmektedir. Bu anlamda Atatürk'ün yaşantısının, tarih ve toplum açısından, 1881-1938 sınırlamasının öncesinde ve sonrasında var olduğu söylenebilir. 1924 yılında ''Türklerin asırlardan beri takip ettiği hareket devamlı bir istikamet muhafaza etti. Biz daima Şarktan Garbe yürüdük'' derken ''biz'' sözcüğüyle kendini olduğu kadar toplumumuzu da dile getirdiği kanısındayız. Gerçekçi bir ''insan'' olan Gazi Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1926 günlü Hâkimiyet-i Milliye'de yer alan demecinde insanın faniliği, toplumun sürekliliği kuralının kendisi için de geçerli olduğunu şu sözleriyle açıklamıştı: ''Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyet'i ilelebet payidar kalacaktır ve Türk milleti emniyet ve saadetini zâmin prensiplerle medeniyet yolunda tereddütsüz yürümeye devam edecektir.'' Öte yandan, ''büyük adam''ın doğuşunu gerekirciliğe bağlayarak, benzer koşulların benzer sonuçları yaratacağı görüşündedir. Konu bu açıdan ele alınınca ''bir'' değil ''iki'' Mustafa Kemal vardır ve Atatürk daha 1921 yılında bu toplumbilim gerçeğini görerek dile getirmiştir: ''İki Mustafa Kemal vardır. Biri ben, fani Mustafa Kemal, öteki milletin daima içinde yaşattığı Mustafa Kemal. Ben onu temsil ediyorum. Herhangi tehlike anında ben zuhur ettimse, beni bir Türk anası doğurmadı mı? Türk analar daha Mustafa Kemal'ler doğurmayacaklar mı? Feyiz milletindir, benim değildir.'' 1938 yılında ölen, yıllarca sonra Anıtkabir'e gömülen ve Ankara'nın bu anlamlı tepesinde son uykusunu uyuyan, kuşkusuz, ''fani Mustafa Kemal''dir. ''Türk analar'' ve ''milletin feyzi'', toplumumuzun yaratıcı dayanakları olarak, dün olduğu gibi, bugün ve yarın da var olmakta, toplumun gereksinmelerine karşılık vermekte devam edeceklerdir. Mustafa Kemal Atatürk'ün konumuza aydınlık getiren, ilki 1922 ve ikincisi de 1929 yıllarında kamuoyuna açıklanan iki düşüncesini de hatırlamalıyız: ''Benim müstesna olduğuma dair bir kanun yoktur.'' Ve ikincisi: ''Beni görmek demek behemehal yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir.'' Bu iki düşünce, öncekilerle birlikte ele alınırsa, ''Atatürk'ü Yaşatmak'' konusundaki bir ayrım zorunluluğu belirginlik kazanacaktır. Bize kalırsa, bu ayrımı yapmadan bir düğümü çözmek ve konu karşısında yeterince saygılı davranmak olanağı yoktur. ''Zübeyde'den doğma Mustafa'' ile ''Türk ulusunun bağrından doğan Mustafa Kemal Atatürk'' birbiriyle karıştırıldıkça Atatürk'e ''yararlı'' olmak yerine ''zararlı'' olmak da mümkündür. Toplumumuzun her bunalım döneminden çıkışında Atatürk'e sarılırken ''fani'' olanla ''düşüncede ve eylemde yaşayan''ı, zamanın akışı içindeki durumların ve gelişmelerin gereksinmelerini de hesaba katmalıyız. Konumuza bu anlayışla yaklaşınca aşağıdaki noktalar üzerinde durmamız gereklidir: 1) TBMM'de 23 Nisan 1970'te yapılan törende olduğu gibi, yoklama sırasında ''Mustafa Kemal Paşa'' diye bağırıp ''burada!'' diye yanıtlamak veya Atatürk'ün uğradığı yurt köşelerinde yıldönümü günlerinde yapılan törenlerde Atatürk'ün ''büst''ünü karşılayıp uğurlamak, kaş yapayım derken göz çıkarmaktan başka bir şey değildir. Unutmamak gerekir ki, ''Atatürk'ü yakından tanımak mutluluğuna erenler çoklukla jestlerinin ve fizik görünüşünün etkilerini kendi yaşantılarına katarak Atatürk'ü sevmenin kolay yolunu bulmuşlardı. Genç kuşaklar için Atatürk, kaş, saç ve göz öğelerine değil, eylem ve düşünce özelliklerine bağlı bir özenme konusudur.'' 2) Atatürk'ü yaşatmanın doğru yolu, ''eser''ine sahip çıkmak ve onu geliştirmekle bulunabilir. Böylece, ''Atatürk'ü anlamak ve tamamlamak'' sorunu karşımıza çıkar: ''Atatürk'ü anlamanın bir yanı onun bağımsızlık savaşçılığı ise, öteki yanı da gerçekleştirdiği devrimlerin bütünlüğüdür... Atatürk'ü tamamlamanın ilk anlamı ''istiklâl-i tam'' ve ''Türk Devrimi'nin Bütünlüğü'' anlayışında açılan gedikleri kapatmaktır... Atatürkçülüğü eski düzeyine ulaştırmak yetmez; eksik kalan yanlarını tamamlamak da gerekir. Atatürk'ü, tamamlamanın asıl anlamı Türk Devrimi'ne yeni katkılarda bulunmaktır... Türk Devrimi'nin ilkelerinden biri olan devrimcilik, katılaşmış bir toplum düzeni yerine yeni oluşlara açık bir anlayışı zorunlu kılar. Dinamizmini yitirerek kendi üzerine kapanmak Atatürkçülüğü donmuş kalıplar haline getirir ve yaşama gücünü zayıflatır.'' 3) Son ve çirkin bir örneğini Doktor Rıza Nur'un ''Hayat ve Hatıratım'' (İstanbul 1967-1968, dört cilt) adlı kitabında gördüğümüz karalamalar ve saldırılar, ''Atatürk'e zarar vermek şöyle dursun, bazı kafalara haksızca kurulmuş olan bir ''mythe'' in (Rıza Nur) tasfiyesine yarayacaktır... Tarihin büyük adamlarla ilgili bölümlerinin bir papuçluğu andırması olağandır. Her büyük adamın yakın çevresinde, özellikle de bunalım dönemlerinde, onun pabucu bile olamayacaklara rastlanır. Türkiye tarihinin Mustafa Kemal Atatürk dönemi de bu kuralın içindedir.'' 4) Atatürk'ü yaşatmak için yapma payandalara gerek yoktur. Atatürk, kendi bütünlüğü içinde yaşama gücüne sahip olduğunu, bütün yozlaştırma ve bölme çabalarına karşın, bugüne kadar göstermiştir. ''Atatürk ilkelerini saptamak'' gerekçesiyle onu dar kalıplara koymak, yoruma ve tartışmaya kapamak, Atatürk'ü hiç sevmediği ''evliya'' derekesine indirmek olur. Bir ''Atatürk tabusu'' yaratmanın gereği olmadığı gibi, Cumhuriyet Türkiye'sinde olanağı da yoktur. 5) Son olarak değinmek istediğimiz nokta, ''10 Kasım Atatürkçülüğü'' diyebileceğimiz uygulamanın yeniden düzenlenmesi gereğidir. ''Onun temel görüşleri bireysel açıdan tek bir ilkeye indirgenecek olursa bunun aklı egemen ve özgür kılmak olduğu kuşkusuz ileri sürülebilir. Atatürk'e sevgi ve saygı ile bağlı olan kuşaklara bugün düşen görev, akılcı bir tutumla Atatürk'ü anmanın yararlı biçimini ortaya koymaktır. Alışılageleni sürdürmek ve bu konuda bir tartışma açmayı sakıncalı bulmak, önce Atatürkçü düşüncenin özüne karşı gelmek olur.'' Görüldüğü gibi, mekân ve zamandaki kesişlerden yola çıkan bir hatırlama ve anma geleneğinin yarattığı, içtenlikten ve içerikten uzak, fani Atatürk'e dönük ''yaşatma''lar yerine, Atatürkçü düşüncenin ve eylemin özüne inen onarmalar ve katkılar, Atatürk'ü yaşatmanın biricik yoludur. Ölümünden bir yıl önce Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki "açış" konuşmasında söyledikleri, 1971 Türkiye'si için de bir "amaç" niteliğindedir: "Büyük davamız, en medenî ve en müreffeh millet olarak varlığımızı yükseltmektir. Bu, yalnız kurumlarında değil, düşüncelerinde temelli inkılâp yapmış olan büyük Türk milletinin dinamik idealidir. Bu ideali en kısa bir zamanda başarmak için fikir ve hareketi beraber yürütmek mecburiyetindeyiz. Bu teşebbüste başarı, ancak, türeli bir planla ve en rasyonel tarzda çalışmakla mümkün olabilir" Atatürk'ün sözünü ettiği "dinamik ideali" toplumumuzun gelişme doğrultusunu gösteren bir pusula haline getirmedikçe, gösterişli törenler ve parlak nutuklarla "Atatürk'ü Yaşatmak" bir avuntudan öteye gidemez. Kaynak: Atatürk'ü Anlamak ve Tamamlamak, Prof.Dr. Cavit Orhan Tütengil, Nurer Uğurlu başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıştır. Dizgi, Baskı, Yayımlayan: Yenigün Haber Ajansı, Basın ve Yayıncılık A.Ş.Kasım 1998
Benzer Videolar