Atatürk İlkeleri ve İnkılapçılığa Dair
"Yüksel Türk ... Senin için yüksekliğin sınırı yoktur! " Mustafa Kemal Atatürk
ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAPÇILIĞA DAİR
I
Bilindiği üzere; Atatürkçü Düşünce Sistemi’nde “Lâiklik” sadece din ve devlet işlerinin ayrılması prensibi değil, aynı zamanda bir yaşam tarzı, dünya ve toplum sorunlarına akılcı ve bilimci bir bakış açısıdır.
Bu nedenle Lâiklik Türkiye’nin çağdaşlaşması temel hedefinden ayrılmaz ve Anayasalarımızda özel olarak korunur. 1982 Anayasası’nın 24. maddesinin son fıkrasına göre devletin temel düzenini din kurallarına dayandırma ve din duygularını sömürme bu nedenle yasaklanmış, Lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırılık ve bu yasağa uymayan siyasi partilerin Anayasa Mahkemesi’nce kapatılmasını öngören Anayasa’nın 68. ve 69. maddeleri ve nihayet Lâiklik niteliğini korumayı amaçlayan ve Anayasada gösterilmiş İnkılâp kanunlarının korunmasını amaçlayan 174. madde bu amaçla kabul edilmiştir.
Türk İnkılâbı yakın çağın en önemli inkılâplardan biri sayılmaktadır. Zira bu inkılâp aynı zamanda siyasi toplumun temelini “Ümmet”ten “Millet”e çevirmiş, siyasi iktidarın temelini “Kişisel Egemenlik”ten “Millet Egemenliği”ne döndürmüş, “Teokratik Devlet” yapısı yerine “Lâik Devlet” yapısını getirmiş, “Modernleşme” ile “Gelenekçilik” arasında bocalayan bir toplumu bu “ikilik”ten kurtararak yüzünü, geri dönülmez şekilde çağdaş Batı medeniyetine döndürmüştür. Hem “ihtilal” hem de “inkılâp” İnkılâpçılık, toplumların kendi evrim kanunlarına göre yavaş gelişmesi düşüncesini reddederken, eski düzenin hortlamasına, “eskiyi canlandırma - restorasyon” girişimlerini önleyecek sağlam düzenin kurulmasına lüzum gösterir ve inkılâbın temel ilkelerinden “taviz - ödün” vermemeyi gerektirir. Atatürk 1923 yılındaki İzmit Basın Toplantısı’nda, tavizciliğe ve oportünizme çatmış; “idare-i maslahatçılar inkılâp yapamaz” demiştir.
Diğer taraftan İnkılâpçılık, inkılâbı yıkma ve eski rejimi yeniden canlandırma teşebbüslerine karşı uyanık ve kararlı olmayı gerekli kılar. Hele Türk İnkılâbı gibi, yüzyılların çağ dışı değer ve geleneklerin tasfiyesine yönelmiş bir kültür inkılâbının da, birçok kişilerin aktif direnişi ile karşılaşması daima mümkündür. İşte bu gibi tepkilere karşı inkılâbı kararlılıkla korumak inkılâpçıların görevidir, zira bu alanda gevşeklik veya aşırı hoşgörü inkılâbın bütününü tehlikeye sokar.
Atatürk, “Biz büyük bir inkılâp yaptık. Memleketi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük. Birçok eski müesseseleri yıktık. Bunların binlerce taraftarı vardır. En ileri demokrasilerde bile rejimi korumak için tedbirlere müracaat edilmiştir. Bize gelince inkılâbı koruyacak tedbirlere daha çok muhtacız” demiş, 1982 Türk Anayasası çağdaş demokrasi ile bağdaşan inkılâbı koruma tedbirlerini almıştır. Türk İnkılâbının 21. yüzyıla yansımasını ise “statik” değil “dinamik” olan “İnkılâpçılık ilkesi” sağlayacak ve bu iş; aklın, bilimin ve ileri teknolojinin yol göstericiliğinde, çağdaşlaşma yönünde, olacaktır.
Atatürk’ün kurduğu CHP Programı’nda yer alan ve bazı hedefleri ifade eden; Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Milliyetçilik, Lâiklik, Devletçilik ve Devrimcilik gibi partinin temel fikirlerini yansıtan ve “Altı Ok” olarak bilinen ilkelerin, tüm Atatürk İlkelerini aksettirip aksettirmediği konusunda tereddütler vardır.
Atatürkçü Düşünce Sistemi’ni yeterince tetkik etmek fırsatını bulamayanların, 1927 Kurultayı ile 1931 Kurultayı’nda CHP’nin ilkeleri olarak kabul ve ilân olunan Altı Ok’un “Atatürk İlkeleri” ile aynı anlamı taşıdığına inandığını, kısaca Atatürk İlkeleri’ni Altı Ok’tan ibaret saydıklarını biliyoruz.
Bunun başlıca nedeni, Mustafa Kemal’in CHP’nin kurucusu ve ilk genel başkanı olması, başka bir deyimle 9 Eylül 1923’de Mustafa Kemal tarafından “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti”nin devamı olarak kurulan Halk Fırkası’nın, 1924’de “Cumhuriyet Halk Partisi” adını alan kuruluşun ilkeleri olmasıdır.
Gerçekten, bir dernekten partiye dönüşen Halk Fıkrası, Cumhuriyet’in ilânından sonra, 10 Kasım 1924’de, adını “Cumhuriyet Halk Partisi” (CHP) olarak değiştirmiş, 7 Ağustos - 11 Eylül 1923 tarihleri arasında “Halk Fıkrası Nizamnamesi” olarak kabul edilmiş ve 1927’de yenisi yapılıncaya kadar ufak tefek değişikliklerle yürürlükte kalmış olan CHP’nin bu ilk nizamnamesi, 1927’de yapılan II. Kurultay’a kadar Parti’nin çalışmalarına yön veren temel olmuş ve doğrusu istenirse CHP’nin 1931’e kadar, bu “Fıkra Nizamnamesi” dışında bir programından söz edilmemiştir.
CHP’nin 1927 yılında toplanan II. Kurultayı’nda kabul edilen tüzük, 9 Eylül 1923’de kabul edilen “Fıkra Nizamnamesi”nden daha ayrıntılı bir belge oluşturmuş, bu tüzüğün 1. maddesi CHP’yi Cumhuriyetçi, Halkçı ve Milliyetçi bir siyasal kuruluş olarak tanımlamıştır. 1931’de CHP’nin III. Kurultayı toplanarak, bu kurultayda ilk parti programı kabul edilmiş, böylece “Parti Programı” ve “Parti Tüzüğü” arasında bir ayrıma gidilmiştir.
Kısaca; 1927 Kurultay ı’nda CHP’nin ilkeleri olarak belirtilen Cumhuriyetçilik, Halkçılık ve Milliyetçilik ilkelerine, 1931 Kurultayı’nda Lâiklik, Devletçilik ve Devrimcilik ilkeleri de ilâve edilmiş, Parti’nin temel fikirlerini yansıtan “Altı İlke” Kurultay tarafından kabul ve ilân olunmuştur.
9 Mayıs 1935’te toplanan CHP’nin IV. Kurultayı’nda kabul edilen 1935 Programı’nın “Giriş” bölümüne; “Partinin güttüğü bu esaslar Kemalizm prensipleridir” cümlesi ilâve edilerek, “Kemalizm” deyimi ilk defa CHP programına girmiştir. 1938’de Mustafa Kemal’in ölümü üzerine, 26 Aralık 1938’de toplanan I. Olağanüstü Kurultay, CHP Genel Başkanlığı’na “Değişmez Başkan” olarak İnönü’yü seçmiş, aynı zamanda Cumhurbaşkanı olan İnönü “Kemalizm’in Altı Oku’nu müdafaa etmek ve korumak” fikrini savunmuştur. Altı Ok’un bütün Atatürk İlkeleri’ni aksettirdiği görüşü muhtemelen bu olaylardan kaynaklanmış, Atatürkçülüğün, milli egemenlik, akla ve bilime bağlılık, yurtta sulh ve cihanda sulh, milli birlik ve beraberlik ve Türkiye’nin millet ve ülkesi ile bölünmezliği gibi ilkeleri gözden kaçmıştır.
II
Gerçekten, Atatürk ve Atatürkçülüğü yeni Atatürkçü Düşünce Sistemini yeterince tetkik etmek fırsatını bulamayanlar, Atatürk İlkeleri’ni, Atatürk’ün kurduğu CHP’nin programının bazı hedeflerini ifade eden “Altı Ok”tan ibaret saymaktadırlar. Oysa “Atatürk İlkeleri”, Altı Ok ile sınırlanamaz. Nitekim Atatürkçülüğün, “Milli Egemenlik, Akla ve Bilime Bağlılık”, “Yurtta Sulh ve Cihanda Sulh” ve “Milli Birlik ve Beraberlik” gibi başka ve önemli ilkeleri de vardır.
Gerçekten Atatürk’ün örneğin; “Milli Birlik ve Beraberlik” ilkesine büyük önem verdiğini ve bunu çeşitli vesilelerle dile getirdiğini görüyoruz. “Onuncu Yıl Nutku”nda, “Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir” dedikten sonra, “Bundaki muvaffakiyeti Türk milletinin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak azimkârane yürümesine borçluyuz” sözlerini eklemekte, daha çok ve daha büyük işler yapmak zorunluluğunu,milli birlik ve beraberlikle güçleri yenmesini bilen Türk milletinin gerçekleştireceğini, bunun için de milletimizin milli birlik duygusunu besleyerek geliştirmenin milli ülkümüz olduğunu söylemektedir.
“Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” demek suretiyle, Milliyetçiliğin “etnik ırkçılık” demek olmadığını vurgulayan Atatürk, 1929’da şöyle demektedir; “Bugünkü Türk milleti siyasal ve sosyal topluluğu içinde, kendilerine Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır. Fakat geçmişin istibdat devirlerinin ürünü olan bu yanlış adlandırmalar, düşmana âlet olmuş birkaç gerici ve beyinsizden başka, hiçbir millet ferdi üzerinde, kederlenmekten başka bir etki meydana getirmemiştir. Çünkü bu milletin fertleri de, genel Türk toplumu gibi aynı ortak geçmişe, tarihe, ahlâka, hukuka sahip bulunuyorlar.”
Atatürk aynı kanaati 1932’de; “Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir ırkın evlâtları, hep aynı cevherin damarlarıdır” sözleri ile tekrarlayarak, 1935’de şunları ilâve ediyor: “Bir yurdun en değerli varlığı yurttaşlar arasında milli birlik, iyi geçinme ve çalışkanlık duygu ve kabiliyetlerinin olgunluğudur. Ulus varlığını korumak için bütün yurttaşların canını ve her şeyini derhal ortaya koymaya karar vermiş olması, bir ulusun en önemli silâhı ve korunma vasıtasıdır” demiştir. Diğer taraftan Mustafa Kemal’in, Milli Mücadele’nin milli birlik ve beraberlikle yani milletçe kazanıldığı görüşünü, 1925’de; “Milli Mücadele’yi yapan, doğrudan doğruya milletin kendisidir, milletin evlâtlarıdır. Millet, analarıyla, hemşireleriyle mücadeleyi kendisine ülkü edinmiş, Milli Mücadele milli ülkü,milli izzetinefis hakiki etken olmuştur” sözleri ile tekrarlamıştır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün, Türkiye üzerinde tezgâhlanan ve vatandaşları birbirine düşürmeyi amaçlayan her türlü bölücü oyunlar hakkındaki kanaati ise 1929 yılındaki şu beyanda yer almaktadır: “Türk milletinin toplumsal düzenini bozmaya yönelen didinmeler boğulmaya mahkûmdur. Türk milleti, kendinin ve memleketinin yüksek menfaatleri aleyhine çalışmak isteyen bozguncu, alçak, vatansız ve milliyetsiz beyinsizlerin saçmalamalarındaki gizli ve kirli emelleri anlayamayacak ve onlara müsamaha edecek bir topluluk değildir. O şimdiye kadar olduğu gibi doğru yolu görür, onu yolundan saptırmak isteyenler ezilmeye, kahredilmeye mahkûmdur.”
Milli birlik ve beraberlik ilkesinden hareket eden Atatürk’ün vatanın bütünlük ve bölünmezliği için kanaati ise 1924 ve 1927 yıllarındaki beyanlarında yer almaktadır; “Bütün dünya bilmelidir ki, Türk milleti hakkını, haysiyetini, şerefini tanıtmaya kadirdir. Türk vatanının bir karış toprağı için , bütün millet,bir vücut olarak ayağa kalkar... İcabında vatan için bir tek fert yekpare azim ve karar ile çalışmasını bilen bir millet, elbette büyük istikbale müstahak ve namzet olan bir millettir.” Nitekim 1995 yılında TRT’nin ateşlediği “Haydi Türkiye - Mehmetçik İle El Ele” yardım kampanyasının ulaştığı büyük boyutlar, “Milli Birlik ve Beraberlik” ilkesi ve ruhunun çok güzel bir örneğini oluşturmuştur.
III
Sırası gelmişken, “İnkılâp Kanunları” konusu üzerinde de kısaca durmak istiyoruz. Bilindiği gibi, 1961 Anayasası’nın 153. maddesi “Devrim Kanunlarının Korunması” kenar başlığı altında Türk toplumunun çağdaş uygarlık seviyesine erişmesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin lâiklik niteliğini koruma amacı güden sekiz kanunu sayarak korunma altına almış, 1982 Anayasası da 174. maddesi ile bu düzenlemeyi sürdürmüştür. İnkılâp kanunlarının korunma altına alınmasının nedeni; 153. maddenin ve 1982 Anayasası’nın 174. madde gerekçesinde; “Türk milleti bu inkılâpların bilincine varmış. Ancak zaman zaman Atatürk İnkılâplarının anlamını kavrayamayanların belirdikleri göründüğünden, bu düzenleme yerinde görülmüştür” diyerek, inkılâpların korunması gereğini belirtmiştir. Ne var ki Anayasa’da korunma altına alınan sekiz kanun dışında da inkılâp kanunları vardır. Nitekim örneğin 697 ve 698 sayılı kanunların bu niteliği taşıdığı inkâr edilemez. Gerçekten, 1961 Anayasası’nı takiben 1982 Anayasası’nın 174. maddesinde korunma altına alınan, örneğin, Şapka Giyilmesi ve Uluslararası Rakamların Kabulü Hakkındaki kanunlarla, 70. yıl dönümünü kutladığımız Milletlerarası Saat ve Takvim, cuma yerine pazar gününü tatil yapan Hafta Tatili Kanunu ve 21 Haziran 1934 tarihli Soyadı Kanunu arasında Lâiklik ilkesinin korunması ve çağdaşlaşma yönünden bir fark bulunduğunu söylemek güçtür. Bu nedenle, anayasayı yapanlar, “İnkılâp Kanunları’nın Korunması” maddesini düzenlerken, listeye sadece “daha çok ihlâl edilen İnkılâp Kanunlarını koyduğu” düşünülebilir.
Anayasa’nın korumaya aldığı İnkılâp Kanunları için öngördüğü koruma formülü; “bu kanunların, Anayasa’nın halk oyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin, Anayasa’ya aykırı olduğu şeklinde anlaşılmayacağı ve yorumlanamayacağı” şeklindedir. Türk Anayasa Hukuku Doktrini’nde bu formülün anlam ve kapsamı şöyle değerlendirilmiştir; Bu kanunların Anayasa’ya aykırılığı ileri sürülemez ve Anayasa Mahkemesi’nce iptaline karar verilemez. Bu kanunların anayasaya aykırılığından söz edilerek Anayasa Mahkemesi’ne başvurulsa bile, Anayasa Mahkemesi Türk toplumunu çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırma ve Türkiye Cumhuriyeti’nin lâiklik niteliğini koruma amacını güden bu yasaları Anayasa’ya aykırı bulamayacaktır. Zira Anayasa Mahkemesi’nin bu kanunlar bakımından yetkisi önceden kısıtlanmıştır. Ne var ki, bu kanunlar da, diğer bütün kanunlar gibi değiştirilebilir. Ancak bunları değiştiren kanun veya kanunların Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesi ihtimali çok kuvvetlidir Nihayet Anayasa’nın 174. maddesinde sayılan İnkılâp Kanunları için öngörülen koruma rejiminin bu madde ile sınırlı olmadığı, Anayasa’nın “Başlangıç” 2. ve 4. maddelerinin hükümlerine göre “Cumhuriyetin Nitelikleri” arasında sayılan bu kanunların, Yasama Organı tarafından diğer kanunlar gibi anlamlarını yitiren boyutta değiştirilememek bir yana, anayasa değişikliği yolu ile de değiştirilemeyeceği, hatta değiştirilmelerinin teklif dahi edilemeyeceği söylenebilir. Esasen Anayasa’nın 81. maddesi uyarınca “Atatürk İlke ve İnkılâplarına bağlı kalacağına” and içen millitvekillerinden böyle bir davranış da beklenmez.
IV
Bilindiği gibi, Milliyetçilik de, Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin temel ilkelerinden biridir. Milli Mücadele, Türk Milliyetçiliğine ve Türk milletinin bağımsız yaşama azmine dayanılarak kazanılmıştır. Atatürk Osmanlı Devleti’nin çöküş dönemlerinde bir kısım yarı aydınların yüreğini kaplayan aşağılık duygusunu yok edip, bütün millete Türk olmanın mutluluk ve gururunu duyurmuş, Türk Milliyetçiliğini şahlandırmış ve doğru çizgiye oturtmuş bir liderdir. Atatürk’ün, birleştirici, toplayıcı, yüceltici, çağdaş ve medeni Milliyetçilik anlayışı ki buna Atatürk Milliyetçiliği de diyebiliriz. Bugün de bağımsızlığımızı, milli birlik ve bütünlüğümüzü her çeşit totaliter ideolojiler karşısında korumak ve başka milletlerle ilişkilerimizde doğru yolu bulmak için sağlam bir rehberdir.
Gerçekten, Mütareke yıllarında bezginlik ve yılgınlık o derece yaygındı ki, pekçok aydın, Türkiye’de manda idaresi kurulmasını öneriyor, Sevr Andlaşması tartışılmadan İstanbul Hükümeti’ne empoze edilirken, Clemenceau Türk milletine haraketler yağdırıyordu. Bun karşı Mustafa Kemal, Samsun’a çıktıktan sonra, İstanbul’a yolladığı raporda, “Millet yek mevcut olup Türklük duygusunu hedef almıştır” diyor. İstanbul’daki İngiliz Amiral Calthorpe Lord Curzon’a gönderdiği telgrafta “Çanakkale Savaşlarında büyük ün kazanmış olan Mustafa Kemal, ordu müfettişi olarak Samsun’a varışından bu yana kendisini milliyetçi duygunun merkezi haline getirmiştir” doğru teşhisini koyuyor, dünya kamuya Mustafa Kemal önderliğindeki Ankara Hükümeti’nden “Milliyetçiler” diye söz ediyordu.
Atatürk’ün Milliyetçilik anlayışı, Milliyetçilikle taban tabana zıt olan Komünizm’le yan yana gelemeyeceği gibi, ırkçılıkla, totaliter Faşizm’le, Şövenizm’le, teokratik düzen savunuculuğu ile de bağdaşmaz. Ayrıca millet duygusu ve millet gerçeği, milleti inkâr eden sınıfsal ve teokratik, yani Marksist ve ümmetçi ideolojilerden daha güçlüdür. Fransız düşünürü Ernest Renan, 1882’de Sorbon’da “Millet Nedir?” adlı konferansında, millet gerçeğinin her şeyden önce o milleti vücuda getiren fertlerin birlikte yaşama duygusuna ve kararlılığına, birlikte yaşanan geçmişin yoğurduğu ortak kültüre, ruh ve amaç birliğine dayandığını belirtmiştir. Atatürk’de milleti: “aynı harstan (kültürden) oluşan insanların meydana getirdiği toplum” olarak tarif etmiş, 1924’ten başlayarak, TC’nin bütün anayasalarında Türk vatandaşlığı “Vatana ve devlete bağlılık” şeklinde tanımlanırken, Atatürk “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran, Türkiye halkına Türk milleti denir” demek suretiyle, Milliyetçiliğin “etnik ırçılık” demek olmadığını vurgulamıştır.
Gerçekten, 1924 Anayasası’nın (m.88) “Türkiye ahalisine, din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk denir” hükmü ile 1961 ve 1982 anayasalarının 54. ve 66. maddelerinde “Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” hükümleri, Atatürkçü Milliyetçiliğin etnik ırkçılığı reddeden niteliğini vurgulamaktadır.
Yalnız Türkiye değil, dünyanın birçok ülkesinde bilimsel yayınlara konu olan Atatürk’ün Milliyetçilik anlayışı, sadece Türk milletine değil,başka milletlere de ışık tutacak değerdedir. Merhum dostum Atatürkçü - Milliyetçi şair Behçet Kemal Çağlar’ın Atatürk’e şu seslenişi ne kadar yerindedir. “Doğrulup gürlüyorsun, yeryüzünde yeniden. Her silkinen, kalkınan, kurtulan, ulusla Sen. Tıpkı ilk sesin gibi Samsun’dan, Amasya’dan. Son sesin yükseliyor, Afrika’dan, Asya’dan”
Atatürk Milli Mücadele’nin bir “kutupsal çılgınlık” olduğunu söyleyenlere “Hayır, bu bir kutsal hesap meselesiydi” diye cevap vermiş, bu hesabı yaparken Türk’ün mayasındaki cesarete, karakterindeki asalete ve Türklük duygusunun gücüne ve özellikle Milliyetçiliğin nasıl büyük bir kuvvet kaynağı olduğu ve tarihin akışını nasıl etkilediği bilincine güvenmiştir.
Atatürk, kendisinden sonra gelen Türk kuşaklarına, dinamik ve ilerleyen bir cumhuriyet ve dinamik bir ideal devretmiştir. Zira Atatürk edebiyattan onlara şöyle seslenmektedir:” Yüksel Türk ... Senin için yüksekliğin sınırı yoktur!”
Prof. Dr. İsmet Giritli*
*Atatürk Araştırma Merkezi Bilim Kurulu Eski Üyesi
Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 37, Cilt: XIII, Mart 1997
NOT: Prof. Dr. İsmet Giritli tarafından 10 Ekim 1996 günü Antalya’da, Akdeniz Koleji Konferans Salonu’nda verilmiş konferansın kısaltılmış metnidir.