Atatürk ile Çağdaşlaşmak

Atatürk ile Çağdaşlaşmak. “Medeniyet öyle kuvvetli bir ateştir ki ona ilgisiz kalanları yakar, mahveder.” Mustafa Kemal Atatürk
ATATÜRK İLE ÇAĞDAŞLAŞMAK Tarihin ender yetiştirdiği büyük bir insanın, Atatürk’ün yarattığı çağdaş Türkiye’mizi, o dönemin büyük bir bölümünü yakından izlemiş, heyecanı ile dolmuş taşmış bir arkadaşınız olarak anlatmak istiyorum. Atatürk’ün çok kısa bir zamana sığdırıp gerçekleştirdiği bu inkılâpları özetlemek kolay değil. Ama hiç olmazsa satır başları itibarı ile bir şeyler aktarabilirsem, kendimi mutlu sayacağım. Günümüzde ülkeler gelişme biçimlerine ve düzeylerine göre sınıflandırılıyor. Gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan veya az gelişmiş ülkeler ayrımı yapılıyor. Biz bunun ayrıntılarına girmeyeceğiz. Amacımız, Atatürk’ün başlattığı ve O’nu izleyen kuşakların sürdürdüğü çağdaşlaşma evreleri üzerinde kısaca durmaktır. Gelişmekte olan ülkelerin çoğu, Asya’da, Güney Amerika’da ve Afrika’dadır. Bu ülkelerde amaç, geleneklerine bağlı kalmaktan kurtulup batılılaşmak, Avrupalılaşmaktır. Kalkınma aşamasında olan toplumlar, batı ülkelerini, Avrupa’yı örnek almaktadırlar. Çağdaş olma sürecinde bazı önemli koşullar vardır. Okur-yazarlık bunların başında geliyor. Nüfusun küçük bir oranına düşen okuyup yazmanın genişletilmesi, öğrenimin kolaylaştırılması şarttır. Eğitim, mümkün olduğunca yaygınlaştırılmalıdır. Daha da önemli olan nokta, toplumun lâik düzene kavuşmasıdır. Günümüzde, gücünü ilâhî kaynaklardan alan hükümet şekilleri artık itibar görmemektedir. Modern devletlerde siyasî iktidarlar, güçlerini dinî ve ilâhî kaynaklar yerine millet iradesinden alıyor. Bunun için Lâiklik ilkesi, çağdaş devlet düzeninin temel taşıdır. Lâik devlette kişiler din, vicdan hürriyetine sahiptir. Kişi özgürlüğü, kesin olarak sağlanır. Eğitim kurumları ve eğitimin nitelik ve niceliği, lâik ilkelere göre düzenlenir. Kimse, din veya mezhep kurallarına göre eğitim yapmaya zorlanmaz. Devletin yapısı ve idarenin işleyişi de din prensiplerine göre değil akıl, mantık, ihtiyaç ve hayatın gereklerine uygun şekilde düzenlenir. Bütün bunların doğal sonucu olarak kadın-erkek eşitliği de kendiliğinden çözülür. Erkekler ile kadınlar arasındaki ilişkiler, hak ve hukuk bakımından, özgürlükler bakımından ve siyasî haklar bakımından eşit hale gelir. Çağdaş devlet konusunda önemli bir diğer etken “millî gelirin paylaşılmasıdır. Çağdaşlaşma sürecinin kesintisiz işleyebilmesi için ekonomik ortamın düzenli ve adaletli olması şarttır. Günümüzde yaygın şekilde kullanılan Sosyal Devlet ilkesi bu ihtiyaçtan dolayı anayasalarda yer almaya başlamıştır. En gelişmiş ülkelerde bile uygulanan Karma Ekonomi Sistemi bu görüşün uzantısı niteliğindedir. Sayın Dinleyiciler, Atatürk’ün kişi olarak çağdaşlığa yönelmesi çok eskilere, gençlik yıllarına kadar uzanır. Bazı örnek davranışlarla çağdaş olma konusunda öncülük edenlerin başında geldiği biliniyor. O’nun entellektüel hayatında aldığı prensip kararlarından en önemlisi “muasır medeniyet”in gereklerine uymuş bir insan olmaktı. Çağdaş anlamına kullandığı “muasır medeniyet” ve “asrî” sözcükleridir. Atatürk, gençlik çağlarından itibaren incelemeler yapan seçkin bir fikir adamı idi. Gündüz D. Tüfekçi’nin Anıtkabir’deki kitaplıkta yaptığı incelemeden anlaşıldığına göre, Atatürk fikrî çalışmalarla dolu bir hayat geçirmiştir. Meşrutiyet döneminin en ilginç yazarlarından Dr. Abdullah Cevdet ve Ziya Gökalp dahil, pek çok Türk ve yabancı yazarın dil, tarih, felsefe, ekonomi ve askerlik gibi konularda çok sayıda kitabını okumuştur. Bunların çoğunu, sonuna kadar inceleyip notlar almış, sorular tespit etmiş, büyük bir ilgi ve dikkatle okumuştur. Anıtkabir ziyaretinizde Atatürk kitaplığına şöyle bir göz atmanız, durumun genişliği hakkında bir fikir edinmenize yetecektir. Atatürk’ün daha işin başlangıcında iken bazı noktalarda kararlı olduğu biliniyor. Mazhar Müfit Kansu’ya ait hatıralarda “7/8 Temmuz 1919’da sabaha kadar süren sohbette Mustafa Kemal’in zaferden sonra cumhuriyetin kurulacağı, padişah ve hanedan hakkında icap eden muamelenin yapılacağı, fes, kıyafet, harf inkılâbı gibi konulara, şimdilik gizli tutulmak kaydı ile değindiğini” görüyoruz. 9 Eylül 1922’de İzmir’de düşman denize dökülüp Mudanya Ateşkes Anlaşması imzalanmıştır. Lozan sulh görüşmelerine başlanmış, ama konuların çetinliği yüzünden neticeye ulaşılması uzayıp gidiyordu. Bu arada kurtarılan vatan parçalarını görecek ve halkla temas etmek amacı ile Mustafa Kemal 14 Ocak 1923’te Batı Anadolu gezisine çıkmıştır. İlk durak Eskişehir’den itibaren Arifîye, İzmit, Bursa, Alaşehir, Salihli, Turgutlu, Manisa, İzmir, Akhisar ve Balıkesir’de konuşmalar yapmıştır. İzmit’te, İstanbul’dan gelen gazeteciler ile özel sohbeti ve İzmit sineması salonunda halk ile olan ikinci sohbeti çok ilgi çekicidir. İstanbul gazetecileri ile yaptığı sorulu cevaplı sohbette inkılâpların söz konusu olduğu açıkça belli oluyordu. Halka hitap ettiği konuşmada da hâkimiyet-i milliye mefhumundan başlayarak sosyal ve ekonomik konular üzerinde açıklamalar yapmıştır. Millî Mücadele süresince Mustafa Kemal yakın arkadaşlarına: “Vatanı düşman istilâsından mutlaka kurtaracağız. Fakat vazifemiz bununla bitmeyecektir. Medenî milletler arasında yer alacağız” diyordu. Mustafa Kemal o günlerde zihninde şunları tartıyor olmalıydı: Devlet yapısını, hukuku, kadın haklarını ve en başta eğitimi lâik hale getirmek; kimsenin dinî inançlarına, vicdan hürriyetine karışmamak, ama din ile devleti, din ile hukuku kesin olarak ayırmak; çağın, aklın ve medeniyet yolunun gerektirdiği kişiliğe bürünmüş yeni bir Türk Devleti kurmak... O’nun nazarında tek çıkar yol budur. Atatürk Türk milletinin hasletlerini, karakterini çok iyi bilenlerdendir. “Bu memleket behemhal medenî olacaktır. Bizim için bu, hayat davasıdır. Halk ile çok temasım vardır. O saf kütle, bilemezsiniz ne kadar yenilik taraftarıdır” diyordu. Bu görüşleri özetleyecek olursak, “Atatürk’ün akılcı, bilimci ve gerçekçi bir lider” olduğu sonucuna ulaşırız. Gerek Millî Kurtuluş Hareketi’ne başlarken gerekse devrimlerini yaparken, yolun başında hedefini çok iyi bir şekilde seçmiş, aklın ve bilimin önderliğinde, eğitimin hayatî önemini ön sırada tutmuştur. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Mustafa Kemal, o günlerde millî kurtuluş konusundaki dağınık fikir ve hareketlerin örgütlenmesi çabası içinde şu kararı almıştı: “Anadolu’dan idare edilecek bir hareketin başına geçmek”. Atatürk, bu görüşünü sonradan Büyük Nutuk’unda “Bir tek karar vardı. O da millî egemenliğe dayanan, kayıtsız, şartsız, bağımsız bir devlet kurmak” şeklinde özetlemiştir. Ordu müfettişi olarak gittiği Samsun’dan sunduğu raporlarda, verdiği bilgilerde Padişah’ı ve Hükûmet’i kuşkulandıracak sözler yer almaya başlamıştı. Erzurum’da, geri dönmesi için aldığı emre uymayıp, “milletin sinesinde mücadelesine devam etmek” amacı ile askerlikten istifa etti. Rütbe ve nişanlarını bırakıp sade bir vatandaş olarak, zaten ilişkili bulunduğu “Millî Teşkilât” içinde çalışmalarını sürdürdü. Bu teşkilâtın Erzurum ve Sivas’ta toplanan kongrelerinde Heyet-i Temsiliye Başkanlığı’na seçildi. Ankara’da toplanan Büyük Millet Meclisi’nde 23 Nisan 1920’de millet vekili olarak yerini aldı. Meclis Başkanlığı’na seçildi. Artık Mustafa Kemal yetkili Meclis ve Hükümet Başkanı olarak imparatorluktan elde kalan son parçalar üzerinde “yeni bir devlet kurma” dönemine girmişti. Aziz Dinleyicilerim, Şimdi Osmanlı döneminde ülkemiz ne halde idi. Kısaca bir bakalım. 17. asır sonlarına doğru Osmanlı İmparatorluğu toprak bakımından dünyanın en büyük ülkelerinden biriydi. Bugün yakınımızdaki on beş kadar devlet, bu hududa dahildi. Karadeniz, Marmara, Ege Denizi, Kızılde-niz tam manası ile birer Türk deniziydi. Adriyatik ve Basra körfezlerinin kıyılarında Türk toprakları uzanıyordu. Aşağı yukarı dört milyon kilometre karelik muazzam bir ülke... Nüfus, yaklaşık yirmi beş milyon... Hâkim ırk Türklerin yanında Grekler, Latinler, Slavlar, Çerkesler, Gürcüler, Sami Kökten Arap ve Yahudiler ve başka ufak tefek etnik gruplar... Bütün bu ırklar, kendi dil, din ve geleneklerine bağlı... Türkler, bu özgürlüklere son derecede saygılı... Bunun doğal sonucu olarak dil, din ve kültür birliğinden yoksun bir toplum, İslâm, Hıristiyan ve Musevi dinleri, mezhep farklarına kadar uygulama alanında serbest. Ancak devlet bünyesi ve teşkilâtı şeriat temellerine dayanıyor, İmparatorluğu Müslüman Türkler temsil ediyor. Aralarında çok gergin şekilde anlaşmazlıklar, zıtlaşmalar ve ayrılma hevesleri eksik olmayan bu toplum içinde hâkim unsur Türkler arasında da zaman zaman Avrupa ülkelerinin ve halkının yaşantısı örnek alınarak batılılaşma (çağdaşlık) hareketleri başlamış, ama hiçbiri hedefine ulaşamamıştı. Bunun başlangıç noktasını Tanzimat devri olarak kabul edebiliriz. Daha çok evvelden başlamış olan devletin dağılma dönemi, o tarihten itibaren hızlanmış ve ülke hemen bütün yıllarını savaşlar, isyanlar, başkaldırmalar, yeni yeni çözülmeler içinde geçire geçire ufalmış, parçalanmış ve dağılmıştır. Bu dağılma ve parçalanma sırasında son padişahların zayıf karakterlerinin de rol oynadığını gözden uzak tutmamamız gerekir. Sayın Dinleyiciler, Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı günlerde İstanbul ve Trakya’nın tamamı, Anadolu’nun sahil çevrelerinden başlayarak ekonomik değer taşıyan bütün bölgeleri “nüfuz sahası” olarak işgal edilmişti. İşte O’nun Millî Mücadele ile kurtarmayı hedef aldığı “Millî Misak” hududumuz, Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalandığı tarihteki vatan hududu, Türklerin hâkim nüfusu teşkil ettikleri yerlerdir. Lozan Antlaşması ile bu hudut, bazı ufak farklarla sağlanmıştır. Ama ülke hâlâ batıl geleneklerin, taassubun ve gericiliğin etkisi altındadır. Bundan dolayıdır ki Mustafa Kemal İzmir’in kurtarılışının hemen ertesinde yanındakilere: “Harbi kazandık, ama işlerimiz bitmedi. Asıl yapılması gerekenlere sıra, şimdi geldi.” demiştir. Atatürk’ün sözünü ettiği ve üzerinde önemle duracağı bu “işler” onun deyimi ile “asri” olmaktır. Atatürk bu deyimi çok sever ve çok kullanırdı. Ölüm yıldönümlerinde resminin yanında sık sık yayınlanan şu sözlerini tekrarlamak isterim: “Memleket mutlaka, asri, medenî ve yeni olacaktır”. Kurtuluş Harbi’nden sonra 29 Ekim 1923’de Anayasa değiştirilerek Cumhuriyet’in resmen kabul ve ilân edilmesinden itibaren çağdaş olma hareketi başladı ve birbirini büyük bir hızla izledi. Aslında halkçılığa dayanan, millî iradeye dayanan Cumhuriyet adı açıkça söylenmemekle beraber, 23 Nisan 1920’de “Hâkimiyet Milletindir” sözleri ile çoktan kabul edilmiş bulunuyordu. 1 Kasım 1922’de Hilafet ve Saltanatı ayıran TBMM kararı Cumhurbaşkanlığı yolunu açan ilk işaret sayılabilir. Ancak Cumhuriyet’in resmen ilânı ve Atatürk’ün ittifakla Devlet Reisliği’ne seçilmesi 29 Ekim 1923’te gerçekleşmiştir. Bu inkılâplar dizisi karşısında Türk milleti ne yaptı? sorusunu sosyal antropolog Gürbüz Tüfekçi şöyle cevaplandırıyor : Türk toplumu batılı değildi, ama dürüst ve bilgili bir liderin yönetimine açıktı, atılımcı idi. Türk milletindeki hasletlerin varlığını ve bunların tarihten geldiğini Atatürk, bilimsel bir biçimde önceden tespit etmişti. Türk milleti rahat ve güvenli adımlarla, tarihin birkaç yüzyıldan beri kendisine kapalı tuttuğu “medeniyet yönünde bağımsız ve özgür şekilde geleceğini tayin etme” yollarında, Atatürk’le beraber alabildiğine yürüdü. Türk milleti bütün kalbi ile Ata’sının izinde inkılâpların nimetlerinden faydalanmayı, batılı ülkeler halkı düzeyine çıkmayı amaçladı. Ama Atatürk’ün yol arkadaşları arasında bile bazı tereddütler belirmeye başladı ve geriye dönüş özlemi çekenler oldu. 1926 yılında Ege bölgesi gezisi sırasında meydana çıkan suikast girişimi bütün milletçe esefle karşılandı. Girişimciler, yakalanıp cezalara hüküm giydiler. Bu üzücü olayda Atatürk, milleti teselli eden şu beyanatı vermişti. “Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar olacaktır”. O büyük adam, ölüm tehdidi karşısında bile vatanını, milletini düşünüyordu. 1925 yılında Şeyh Sait isyanının başlaması, 1930’da Menemen ayaklanması ve Kubilay’ın şehit edilmesi, 1933’de Bursa’da Türkçe ezana karşı kıpırdanmalar gibi olaylara rağmen Türk halkı coşku ile inkılâpları olumlu şekilde karşılamayı başardı. Ayaklanmalar, kısa sürede bastırıldı. Son defa okumak fırsatını bulduğum beş seçkin üstadımızın hazırladıkları YÖK yayını “Atatürkçülük, Atatürkçü Düşünce Sisteminin Temelleri” adlı kitapta Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu sistemin; akılcılık, bilime önem verme, hoşgörü, bağnazlıktan uzak kalma, vicdan ve düşünce hürriyetine saygı, yurtta barış, cihanda barış ilkesine bağlılık gibi özellikleri üzerinde durmuştur. Dikkat edilirse, Atatürk inkılâplarının hemen hepsi, bu ilkelere dayanmaktadır. Bu ders kitabının yalnız öğrenciler tarafından değil, herkes tarafından dikkatle okunması, hatta her evde bir başucu kitabı haline getirilmesi, kaybettiğimiz zamanı kazanmak bakımından çok yerinde olur kanısındayım. Aziz Dinleyicilerim, İzin verirseniz inkılâplardan önemli gördüğüm bir kaçına, uygulamaları yakından izlemiş yaşlı bir arkadaşınız olarak kısaca değineyim. Lâiklik İnkılâbı Hoşgörüye dayanan lâiklik, en geniş manası ile din işleri ile devlet işlerinin birbirine karıştırılmamasını gerektiriyor. Lâiklik, vicdan ve inanç hürriyetidir. Osmanlı’da Müslüman olmayanlar bu hürriyete sahip olduğu halde sadece Müslüman halk, bu haktan yoksundu. Atatürk şöyle diyordu: “Her kişi, istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine göre bir siyasî fikre sahip olmak seçtiği bir dinin gereklerini yerine getirmek veya getirmemek hak ve hürriyetine sahiptir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hâkim olunamaz”. Bizans’ı fetheden Fatih, sanat ve bilim eserlerine büyük saygı ve ilgi göstermiş, vicdan özgürlüğü ve hoşgörü içinde çevresine yerli ve yabancı sanatkârları, ilim adamlarını toplamış, İstanbul Üniversitesi’nin temelini teşkil edecek olan Fatih Medresesi’ni kurmuş, burada yabancı bilim adamlarına da yer vermişti. Yazık ki bilime, sanata karşı doğan bu ilgi, hür düşünceye saygı uzun sürmemiş, Batı’da Rönesans ışıkları yanarken İslâm’da medreseler, Ulumu Akliye-Ulumu Nakliye tartışmaları içine yuvarlanıp hükümdarları bile fetva müessesesine bağlamış, bu da yetmemiş, müneccime danışma ve nihayet istihareye varma gibi akı! almaz yollara sapmışlardır. Halifelik, kanımca Osmanlı İmparatorluğu’na çok pahalıya mal olmuştur. Atatürk: “Tarihimizin en mutlu dönemi, hükümdarlarımızın halife olmadığı zamanlardır” diyor. Hilafet müessesesi bize Yavuz Sultan Selim’in armağanıdır. Başlangıçta İslâm âlemini, çoğunluğu Türklerden oluşan Osmanlı Devleti ile bütünleştirmek ve büyük bir güç sağlamak amacı güdülmüş ve bir ölçüde başarı da sağlamıştı. Ancak, zamanla bu amaçtan uzaklaşılmış, batıda Rönesans gelişirken İslâm toplumu bâtıl itikatlara saplanarak karanlık günlere yönelmişti. Batının bilim yolunda hızla ilerlemeye başladığı bir dönemde, kör taassubun bir duraklamaya nasıl yol açtığını gösteren ibret verici örneklerden biri, Osmanlı Devleti’nde Müslümanların matbaa gibi son derece yararlı bir buluştan tam 277 yıl yoksun kalmalarıdır. Osmanlı ülkesinde Musevilerin, Rumların, Ermenilerin, hatta Hıristiyan Arapların kendi dillerinde dilediklerini basmaları serbest iken, teokratik düzen, Osmanlı Devleti’nin Müslüman Türk yurttaşlarını bu büyük icadın nimetlerinden yüzyıllarca mahrum etmişti. Matbaayı kullanabilmek için bir dinî otoriteden fetva almak mecburiyetini ortadan kaldırırsanız, İslâm dini bundan zarar görmüş olmaz. Sadece, medeniyet yolunda ilerlemeyi köstekleyen bir usul kaldırılmış, teokratik devlet, yerini lâik devlete bırakmış olurdu. Batılılaşmaya yönelik ilk adımların atıldığı Tanzimat döneminde şeriat hukukunun yerine geçmek üzere, Mecelle meydana getirilmiş, batı ülkeleri kanunlarından birçok aktarmalar yapılmış, yeni mahkemeler kurulmuş, modern okullar açılmıştı. Ama bu hareketler, kesinkes uygulamaya konulamadığı için hemen her alanda “ikiliğin hüküm sürdüğü” görülüyordu. Falih Rıfkı Atay o dönemi şöyle anlatıyor : Mektebin yanında medrese, yeni kanunların yanında şeriat, sivil mahkemelerin yanında Seriye mahkemeleri, hakimin yanında kadı, valinin yanında müftü, sadrâzamın yanında şeyhülislâm, 1920’de dahi, olduğu gibi durmakta idi. Gerçekte İslâm dini “hiç ölmeyecekmiş gibi çalışmayı” öneren, miskinliği ve tembelliği reddeden bir din olduğu halde nedense “bu yalan dünya bize lâzım değil” felsefesine sapılmıştır. Bu görüş, İslâmiyet’in özüne aykırıdır. Bilim adamlarının görüşleri yanında bakınız, Atatürk ne diyor: “Bizim dinimiz çalışmayanın, insanlıkla alâkası olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler, asri (çağdaş) olmayı kâfir olmak sanıyorlar. Asıl küfür, onların bu hatalı zannıdır. Bu yanlış tefsiri yapanların maksadı, İslamların kâfirlere esir olmasını istemek değil de nedir?... İslâm ehlinin uğradığı zulüm ve sefaletin elbette birçok sebepleri vardır. İslâm âlemi, Allanın emrini yapmış olsaydı bu akıbetlere uğramazdı. Allanın emri, çok çalışmaktır. İtiraf edeyim ki düşmanlarımız çok çalışıyorlar. Biz de onlardan çok çalışmaya mecburuz. Çalışmak demek, boşuna yorulmak, terlemek değildir. Zamanın gereklerine göre, ilim ve fenden ve her türlü medenî icat ve buluşlardan azamî derecede yararlanmak zaruridir...”. Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu’nun deyimi ile “inkılâpların temel taşı” olan lâik devlet olma konusunda artık bir karar vermek lâzımdı. Mustafa Kemal, yolun başında tasarladığı bu kararı 3 Mart 1923’den itibaren daha açık ve seçik bir hale getirmiştir. Falih Rıfkı Atay inkılâplar zincirini şöyle sıralıyor: “Seriye ve Evkaf vekaletlerinin kaldırılması ile lâik devlete doğru ilk adım atılmış ve bu hareket devrimlerin başlangıcı olmuştur. ‘1924’de Seriye mahkemeleri kaldırılıp, adalet birliği” temin olundu. 1925 Ağustos’unda şapka giyilecek, aynı yılın kasım ayında tekkeler kapatılacaktı. Medenî Kanun, yeni cemiyetin temellerini atacaktı. Nihayet 1928’de Anayasa tadilleri ile devlet tamamıyla lâikleşecek ve aynı yıl Lâtin yazısı kabul edilerek devrim eseri tamam olacaktı. Demek ki inkılâp yani çağdaşlık devrimleri, eğer Cumhuriyet’in ilânını başlangıç tarihi olarak alırsak, 29 Ekim 1923’den 3 Kasım 1928’e kadar beş yıl bir ay sürmüştür. Ondan sonra bütün iş, yeni düzeni bütün topluluğa sindirmekte idi. Bu da Türkiye halkını, yüzde yüz müspet ilme dayanan eğitim terbiyesinden geçirmeye bağlı idi”. Reformlarını, meclis kararına dayandırmayı ilke olarak uygulayan Atatürk, ilk defa Cumhuriyet’in ilânı sırasında Meclis’i zorlamıştır. Falih Rıfkı Atay, yakından şahit olduğu bu olayı anlatıyor. “Encümende olmuştur... dinleyiciler arasında idi. Önündeki sıraya çıkarak yüksek sesle haykırdı: -Hâkimiyet ve saltanat hiç kimseye, hiç kimse tarafından ilim icabıdır diye müzakere ile verilmez. Hâkimiyet ve saltanat kuvvetle, zorla alınır. Türk milleti bu hâkimiyeti kendi eline almıştır. Şimdi bu millete, saltanatı bırakacak mısın diye sorulmaz. Mesele, emrivakidir ve behemhal olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi böyle tabii görürse muvafık olur. Yoksa hakikat, yine usulü dairesinde ifade olunacaktır.” Mustafa Kemal’in uygulamaya koyduğu lâiklik reformu aslında büyük ve esaslı bir din reformu idi. Falih Rıfkı Atay bu konuya şunları ilave ediyor: “Tanrı, bir peygambere verdiği şeriati, ikinci peygamberde değiştirmekle, hatta bir âyetindeki emrini başka bir âyetinde kaldırmakla, bu hükümlerin toplum evrimini izlemesi gereğini göstermiştir. İslâm’da bütün şer’i meseleler iki büyük bölüme ayrılmıştır: Birinci bölüm, ahireti ilgilendirir ki ibadettir. Oruç, namaz, hac, zekât... İkinci bölüm, dünyayı ilgilendirir ki bunlar nikâh ve aile hukuku ile muamelât denilen mal, borç, dava ilişkileri ve ukûbat denilen ceza hükümleridir. Kemalizm, ibadetler dışındaki bütün âyet hükümlerini kaldırmıştır. Atatürk, ibadet devrimine ezan ve namaz surelerini,Kuran’ı Türkçeleştirmekle başlamıştı. Önce ezan Türkçeleştirildi. Atatürk sağ kalsaydı, ibadet reformunun da başarılıp rayına oturtulacağına şüphe yoktu.” İbadetin Türkçe yapılması konusunda Atatürk yalnız değildir. 13 Haziran 1921’de Ankara’ya gelerek Millî Mücadele hareketlerine katılan Ziya Gökalp de Kuran’ın Türkçeleştirilmesi taraflısı idi ve bu görüşünü Vatan adlı şiirinde dile getirmişti. Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur Köylü anlar manasını namazdaki duanın Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kuran okunur Küçük büyük herkes bilir buyruğunu hüdânın Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın. Yazık ki bu reform hareketi üzerinde gereği gibi sağlam durulmadı. Atatürk’ün aramızdan ayrılışını izleyen yıllarda sapmalar olmuştur. İlk önemli sapma 1950’de ezanın Arapça da okunmasına imkân veren yasa ile yapılmıştır. Böylece o günden bu yana ezan, bütün Türkiye’de Arapça okunmaktadır. Atatürk ilkelerinden ilk yasal ödün böyle verilmiştir. Atatürk’ün uygarlık anlayışı, kendi çağının pekçok düşünürünü aşan bir nitelik taşıyordu... Tutuculuğa karşı olmak, Atatürk ilkelerinin ve düşünce yapısının temelini teşkil ediyordu. “O’nun dünyaya armağan ettiği yeni toplum anlayışı, çağımızdaki yönetim biçimlerini bile aşmakta idi.” Bu konuda, son bir belge olarak Milliyet Köşe Yazarı Talat Halman’ın “Kuran Okumak” başlıklı yazısına değinmek isterim. Halman, Kuran’ın Türkçeleştirilmesi üzerinde duran Atatürk’ün bu isteği doğrultusundaki çalışmalar hakkında bilgi verirken şunları da ekliyor: “Başka bütün dinler, kendi kitaplarının ilk dilini saygı ile muhafaza etmekle beraber, bütün ulusal dillere de çevirmişlerdir. Çeviriler, belki birinci dil kadar güçlü olmamıştır, ama hiç değilse geniş kitlelerin bilinçli mümin olmasını sağlamıştır.” (Milliyet 1987) Şurası kesinlikle söylenmek gerekir ki, Atatürk hiçbir şekilde dine karşı değil, çağdaş hale getirilmesi taraflısı idi. Çok partili hayata geçildikten sonra bu konuda pekçok şeyler ileri sürülüp Atatürk döneminde camilerin kapatıldığı, ibadetin yasak edildiği propagandası almış yürümüştür. O dönemi yaşamış bir insan olarak bu iddiaların asılsız olduğunu sizlere temin ederim. Kapatılan camiler değil, tekke ve zaviyelerdir. Yasaklanan da ibadet değil şiş ve iğne saplama, ateşle oynama, zincirle bedenlere kanatıncaya kadar vurma şeklinde büyücüler gibi coşkulu şekilde uygulanan tekke gösterileridir. O dönemde bizler, Atatürk’ün yakın mücadele arkadaşlarından Fevzi Çakmak’ın ibadetini devam ettiren bir lider olduğunu bilirdik. Genelkurmay Başkanlığı gibi kilit bir noktada görevli olan rahmetli, cami-mescit dolaşmadan, medenî ölçüler dahilinde ibadetini yapar, resmî görevini ve hayatını ise gereğine uygun bir vakar içinde sürdürürdü. O dönemin en ünlü komutanları bile sultan türbelerine gömülmeyi istememişlerdir. Halman’ın belirttiğine göre Atatürk, Kuran’ın Türkçeleştirilmesini ünlü şairimiz Mehmet Akif Ersoy’dan istemiş, ama bunun gerçekleşmesi mümkün olamamıştır. Cumhuriyet döneminde ilk Türkçe Kuran, Er-soy’un damadı Ömer Rıza Doğrul tarafından yayınlanmış, sonraları birçok tercümeler daha yapılmıştır. Bence en bilimsel ve uygun tercüme 1960’da millî birlik hükümeti döneminde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın üç ciltlik yayınıdır. Yazık ki günümüzün din adamları Türkçeleştirilmiş Ku-ran’ın okunmasına bile taraftar görünmüyorlar. Eğer Kuran tercümesi Atatürk döneminde, O’nun direktifi dahilinde yayınlanıp o günden bu güne elli yılı yaşayan kuşaklarımız tarafından Türkçe metin halinde okunsaydı, bilim adamlarımızca gerekli inceleme ve açıklamalar yapılsaydı, hür düşünceye saygılı, bilime ve medeniyete âşık Türk milleti, taassup zincirinin hortlamasına asla izin vermeyecekti. Artık medenî devletlerin hepsinde ibadet böyle yapılıyor. Kutsal kitaplar kendi dilleri ile okunup, içeriği eksiksiz bir şekilde kavranıyor. Hiç kimse, şeriat devletinin kurulması gereği üzerinde durmuyor. Gözlerden uzak köşelerde köylerde tarikat amaçları güden “pansiyon” adı altında fakir fukarayı besleyip, kendi emellerine göre şartlandırılmış gençler yetiştiren ve ibadete, özellikle Arapça ibadete ağırlık veren öğrenci yurtları kurmuyor. Atatürk döneminde, dinine bağlı Müslümanlar bu gibi işlere asla iltifat etmezlerdi. Din ile devlet işleri arasında bu gibi çapraşık ve zararlı girişimlere ilgi göstermezler, sadece vicdan hürriyetinin nimetlerinden yararlanarak ibadetlerini özgürce ve istedikleri gibi yaparlardı. Günümüzde, çok daha değişik ve elverişli bir ortamla karşı karşıyayız. Radyo ve televizyonun en uzak köşelere kadar yaydığı bilimsel incelemeleri, okuma yazma bilmeyen halkımız bile açık ve seçik şekilde kavramaktadır. İlk din kitaplarının yaydığı “dümdüz yer gök... yedi günde yaratılan dünya... tüm insanların Ademle Havva’dan üredikleri... babasız doğan ve Allanın oğlu sayılan İsa” gibi incelenmeye ihtiyaç duyulan hükümler üzerinde hemen herkes bir fikir ve vicdan muhasebesi yapmaktadır. Müspet ilimlerdeki son gelişmeler, artık sadece belli bir okumuş tabakanın değil amme vicdanın malı haline gelmiş bulunuyor. Atatürk’ün bizlere armağan ettiği Lâiklik ilkesi sayesindedir ki ülkemiz bugünkü seviyesine ulaşmış, insanlarımız medenî devletlerin insanları arasındaki seçkin yerlerini alabilmiştir. Kadın Hakları 1926’da kabul olunan Medenî Kanun ile kadınlarla erkekler arasındaki hukukî eşitlik, aile reisliği konusu dışında sağlanmıştı. Eğitim alanındaki hak eşitliği daha eski tarihlerde elde edilmişti. Ancak siyasî haklar bakımından durum erkekler lehine ve farklıydı. Şunu da dikkate almak gerekir ki o günlerde bütün ülkeler ,de aynı durumdaydı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, kişi başına milletvekili sayısını saptama amacını güden bir kanun konuşulurken, kadın nüfusun da hesaba alınmasını öneren bir milletvekiline karşı, ilmiye grubu kızmış, kükremiş, hatta üzerine bile yürümüşlerdir. Atatürk, kadınların siyasî hakları konusunda Afet İnan’ı öncü olarak görevlendirmiş ve 1930’da belediye seçimlerinde kadınlara seçme ve seçilme hakkını veren kanun, 1933’de köy ihtiyar heyetlerine seçme ve seçilme hakkını veren kanun ve 1934’de milletvekili seçme ve seçilme hakkını veren kanun kabul edilerek siyasî alandaki eşitlik 1934’de tamamlanmıştır. Sadece ülkemizde değil, dünyanın her köşesinde gelişip yerleşen kadın haklarını “Feminist Doktrinler” başlığı altında inceleyen Gaston Bout-houl durumu şöyle özetliyor: Son çeyrek yüzyılın siyasî yenilikleri arasında tartışma kabul etmeyen başarılı bir olay, kadının siyasî alanda elde ettiği ilerlemedir. Gerçi çok eskilerde “Mader-Şahi” bir yaşam tarzının uygulandığı anlatılmakta ise de gerçek şudur ki devletlerin en demokratik ve ileri düzeyde olanlarında bile kadın, daima “tâbi, vasiye muhtaç, ikinci sınıf vatandaş” niteliğinde idi. Kadının, medenî haklarına sahip olması, entellektüel hürriyetlerine kavuşması, nihayet siyasî feminizm, birinci ve ikinci cihan savaşları içinde gerçekleşmiştir.Kadınlarla ilgili gelişmeler, doğu ülkelerinde çok daha şaşırtıcı olmuştur. Batı ile doğuyu bu konuda ayırt eden vasıflar kadının her zaman için, daha sıkı bir köleliğe itilmiş olmasıdır. Japonya’dan tutun da Çin’den, Hint’ten, İran’dan geçip tâ Akdeniz’e kadar her yerde “Doğu kadınının” durumu şöyle idi: Çarşaf, peçe altında, kafes arkasında yaşayacaktır. Babasının ya da kocasının keyfine tâbi olacak, koca istediği anda onu boşayabilecek ama o, hiçbir şey yapamayacak, koca istediği kadar çok kadınla evlenecek ama o, ses çıkarmayacak, sayısız denecek kadar çok çocuk doğuracaktı. 1914 savaşında Türkiye, uçsuz bucaksız Osmanlı İmparatorluğu’ndan elinde kalan her şeyi kaybetmiş durumda idi. Geçirdiği bu son sarsıntı, olağanüstü bir sıyrılışa yol açtı. O zamana kadar Türk liberalizminin doktrincileri arasında önemsiz bir şekilde yayılmış bulunan eğilimleri, Mustafa Kemal, belirli hâle sokmuş ve kuvvetli bir şekilde dile getirmiştir. Eşine, emsaline nadir rastlanan bir enerji ile Türk toplumuna kabul ettirdiği inkılâplardan en cüretlisi, şüphesiz, Türk kadınının hürriyetine kavuşmasıdır. Ayrıca, Müslüman bir ülkede böyle bir inkılâbın önemi, hiçbir ölçüye sığmayacak kadar büyüktür. Şurası muhakkaktır ki feminizm, daha şimdiden şaşırtıcı bazı sonuçlar vermiş bulunuyor. Harf Devrimi ve Eğitim Atatürk’ün eğitim, öğretim ve harf inkılâbındaki öncülüğü, bence daha da ilgi çekicidir. Şimdi, sizlere bir masal gibi gelen o günlerin ilk okul gerçeğini kısaca anlatayım. Türklerin çok eskiden kabul ettikleri Arap harfleri ile okuma-yazma öğrenmek oldukça güç ve zaman alıcı bir işti. Saray çevresi ve seçkinler grubunun özentisi ile dilimize giren çok sayıda Arap ve Acem sözcükleri yüzünden sade vatandaş ile entellektüel tabaka arasında sanki iki ayrı dil meydana gelmişti. Şair ve yazarların, idareci sınıfın Osmanlıca’sı ile halkın Türkçe’si, aşırı derecede farklı iki dil halinde idi. Bu anlamsız ikilik kuşkusuz hiçbir sisteme bağlı olmayan eğitimden kaynaklanıyordu. Osmanlı döneminde eğitim ve öğretim ancak şehir ve kasabalardaki mahalle mekteplerinde veya sübyan okullarında ve medresenin kontrolü altında yapılırdı. İlk hedef Kuran’ın ezberlenmesi ve hafız olmaktı. Küçücük dimağlara, manasını hiç anlamadığı koca Kuran cildinin ezberletilmesindeki güçlüğü ve bu davranışın ağırlığını düşünmek gerekir. Ama hafızlık, din adamı olmanın ilk basamağıdır ve din adamı oldunuz mu sargı fesinize sarıp askerlikten kurtulmak avantajı vardır. Bu okullarda sıra olmadığından yerlere serilen halı, kilim ve örtüler üzerine çökülürdü. Çoğunda yazı tahtası bile yoktu. Her şey hocanın ağzından çıktığı gibi ezberlenir, çocuklar bir ağızdan bunları tekrarlardı. Yanlış yapanları hoca, elindeki uzun değnekle dürterek uyarır, daha olmazsa vurarak doğru yola getirirdi. Çağımdaki her çocuk gibi ben de ilk defa böyle bir okula gitmiştim. Duvarda asılı korkunç falaka, hepimizin ilgisini çekerdi. Başta, ortada ve sonda ayrı ayrı yazılan Arap harfleri o kadar çok çeşitli idi ki bunları ancak birkaç yılda öğrenmek kabil oluyordu. Millî dertlerimizin hepsi gibi bu konu ile de Atatürk çok yakından ilgilenmiştir. 1928 sonlarına doğru İstanbul Sarayburnu parkında Türk harflerinden bahsederek Falih Rıflca Atay’a yeni harflerimizle yazılmış bir metni halkın huzurunda okutmuştu. Sonraları bu girişim süratle gelişti. Üç ay içinde harf devrimi gerçekleştirildi. 1928 sonlarında meslek tahsilini bitirmiş ve yabancı dil öğrenimi sayesinde Latin harflerini bilen bir kişi olarak okuma-yazma seferberliğinde ben de görev almıştım. Çağdaş Kıyafet Devrimi Atatürk, kıyafet devrimini Kastamonu’da başlatmış, İnebolu’da halkı şapkası ile selâmlamış ve “bu serpuşun adı şapkadır” demişti. Kastamonu’daki konuşmasında medeniyeti şöyle tarif ediyordu: “Medeniyet öyle kuvvetli bir ateştir ki ona ilgisiz kalanları yakar, mahveder.” İslâm ve Turan kıyafetleri ile batılı ve medenî kıyafeti karşılaştırmış, sorulu-cevaplı konuşması ile halkı coşturmuştur. Bu arada dinleyicilerden, şimdi hiç görülmeyen garip kılıklı bir erkeği işaret ederek: “Meselâ karşımda kalabalığın içinde fes , fesin üstünde bir yeşil sarık, sırtında bir mintan, onun üstünde benim sırtımdaki gibi bir ceket... Daha alt tarafını göremiyorum. Şimdi bu kıyafet nedir?... Medenî bir insan bu alelacayip kıyafete girip dünyayı kendine güldürür mü?...” diye sormuştu. Atatürk, kadın kıyafetinde de çok duyarlı idi. Bir değişikliğe ihtiyaç bulunduğunu şu sözleri ile anlatıyordu: “Seyahatim esnasında köylerde değil, özellikle kasaba ve şehirlerde kadın arkadaşlarımızın yüzlerini ve gözlerini çok yoğun şekilde ve itina ile kapatmakta olduklarını gördüm. Erkek arkadaşlar bu, biraz bizim bencilliğimizin eseridir. Muhterem arkadaşlar, kadınlarımız da bizim gibi kavrayışlı ve düşünür insanlardır. Onlara, ahlâka ait kutsal kavramları telkin etmek, millî ahlâkımızı anlatmak ve onların dimağını nur ile, temizlik ile donatmak esası üzerinde bulunduktan sonra fazla bencilliğe lüzum kalmaz. Onlar yüzlerini cihana göstersinler ve gözleri ile cihanı dikkatle görebilsinler, bunda korkulacak bir şey yoktur.” Kastamonu gezisinde kadın kıyafeti hakkında da şu örneği vermişti: “Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki, başına bir bez veya peştemal veya buna mümasil bir şeyler atarak yüzünü, gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı ya arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur, bu tavrın manası ve medlulü nedir? Efendiler, medenî bir millet anası, millet kızı bu garip şekle bu vahşi vaziyete girer mi? Bu hâl, milleti çok gülünç gösteren bir manzaradır. Derhal tashihi lâzımdır.” Şimdi sayılan devamlı şekilde artan Kuran kurslarında, İmam Hatip okullarında ve liselerinde, hatta fakültelerde okuyan bazı kız öğrencilerimizin ve onları eylemleri ile destekleyen oğullarımızın bu satırları ibretle okuyup durumlarını düzeltmeleri ve çağdaş topluma ayak uydurmaları gerekir. Şuna de değinmeliyim ki dinler de birbirlerinden çok şeyler almıştır. Dualarımızda kullandığımız “Amin” sözcüğü çok uzaklardan geliyor. Şimdi camilerde erkeklerden çoğunun başlarına geçirdikleri beyaz takke, Yahudi din adamı serpuşunun benzeridir. Kızlarımızın ve kadınlarımızın özendikleri sımsıkı, saçları kapatacak şekilde sarılmış başörtüsü, bize Ortodokslardan intikal etmiştir. Rumeli göçmenleri, uzun süre birlikte yaşadıkları Rumlardan alıştıkları bu çeşit örtünmeyi sanki İslâmiyet’in bir sembolüymüşçesine korumaktadırlar. Anadolu halkında böyle bir kaç göç yoktur. Atatürk’ün de işaret ettiği gibi böylesine örtünme, şehirlere mahsus bir durumdur. 4 Ekim 1987 tarihli Milliyet gazetesinde İznik’te Ortodoks Patriğinin ziyaretini gösteren resimdeki rahibelerin siyah başörtülerini nasıl bağladıklarına dikkatle bakınız. Sözlerimdeki gerçek payını daha iyi kavrayacaksınız. Her biri köklü incelemelere dayanan Atatürk devrimleri bir bütündür, ülkemizi “muasır medeniyet” seviyesine yükselten bir dizi devrimlerdir. Bunların titizlikle korunması gereğine inanan Atatürk’ün Kastamonu müzesindeki şu demecini ibretle okuyalım: “Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen asri ve bütün mana ve eşkali ile medenî heyeti içtimaiye haline irsal etmektir. İnkılâbatımızın umde-i asliyesi budur. Şimdiye kadar milletimizin dimağını paslandıran, uyuşturan bu zihniyette bulunanlar olmuştur. Her halde zihinlerde mevcut hurafeler kamilen tard olunacaktır. Onlar çıkarılmadıkça dimağa hakikat nurlarını infaz etmek imkânsızdır. Türbelerden, yalancı evliyalardan, ölülerden istimdat etmek, medenî heyeti içtimaiye için’dir*. Atatürk devrimlerini (Atatürk inkılâplarını) özetlemek gerekirse Falih Rıfkı Atay’ın saptadığı gibi: “Türkiye’de teokratik ortaçağ devlet geleneklerini silip süpürerek kadını, vicdanı ve tefekkürü hür kılmıştır. Ümmetçiliğin yerini milletçilik almıştır. Ziraat ve ticaret kaynakları millete mal edilmiştir. Millî endüstri doğmuştur. Millî bankalar kurulmuştur. Yabancı ve imtiyazlı şirketler millîleştirilmiştir. Yazı, dil ve kıyafet değişerek Türk kafası, Arap ve Acem kültürü köleliğinden sıyrılmıştır. Bu devrimlerden her biri, bir vatandaşı millî tarihin pek büyüklerinden biri yapmaya yeterlidir...” Atatürk daha 16 Temmuz 1921’de, savaşın en kritik bir anında toplanan Milli Eğitim Şûrası’nda ilim, fen ve medeniyet yolunda ilerlemenin, eğitim sistemini düzeltmenin yollarını aramış ve bu alanda çalışan “irfan ordumuzun” görüşlerini dinlemiş, Eğitim Birliği Kanunu ile Milli Eğitim Bakanlığı Teşkilât Kanunu’nu yürürlüğe koymuştur. “Atatürk henüz olmayan şartları, boşuna zorlayanlardan değildir.” Gerçekleri görüp, olduğu gibi dile getiren çelik iradeli, sağlam karakterli, uzağı gören bir liderdi. Kurulmasını sağladığı, çalışmalarına katılarak şevk ve heves verdiği Türk Tarih Kurumu’nun üst kat toplantı salonunda mermer levha üzerindeki okuduğum şu hitabesi, sadece Kurum üyelerine değil, hepimize seslenen bir özdeyiştir. “Biz, daima hakikati arayan ve onu buldukça ve bulduğumuza kani oldukça, ifadeye cüret gösteren adamlar olmalıyız.” O, baş döndürücü inkılâpları, halka anlata anlata, sindire sindire yapmıştır. O günlerin fotoğraflarına bakınız. Meclisin yarıdan fazlası ilmiye sınıfı hocalar ağırlıklıdır. İşte Atatürk böylesine bir meclis ile çalışarak her şeyi başarmıştır. “Mustafa Kemal 1923’de, bugünkü aydınlar ve uzmanlar takımının yansını bulsaydı, Türkiye şimdi tam kuruluşlu bir batı devleti ve tam yoğrulmuş bir batı topluluğu olurdu.” O dönemde, şimdiki kuşağın imkânlarına sahip olmadığımız halde her alanda hızla ilerliyorduk. Falih Rıfkı Atay ünlü kitabı Çankaya’nın son bölümlerinde şu hükme varıyor: “Gazi, yaratıcı bir enerji kaynağı... Yeryüzünde kara topraktan, yeşil ottan, taştan ve tuzlu sudan başka ne varsa, hepsi böyle yaratıcıların eseri değil midir? ... İnsanlık ağacı bir Gazi yemişini vermek için nesillerce, sayısız yaprak çürütür... Gazi, Yeni Türkiye’yi çocukluğundan beri kendi benliğinin dibinde yaratmaya başlamıştır. Mustafa Kemal, bir devrimci olarak 18 yaşından son nefesine kadar hiçbir taviz zaafı göstermeyen bir idealisttir. Bu tarafı, çağdaşlarından hiç kimseye benzemez, Atatürk devriminin tek eksiği, ki sonradan çok partili dönemde belirmiştir, eğitim yolu ile devrimlerin ve yeni düzenin yığınlarına tam anlamı ile sindirilememiş olmasıdır.” Kabul etmek gerekir ki Atatürk’ün sahip olduğu karakter ve inandırıcılık, normal düzeyin çok üstünde idi. Başladığı bir işi, arzu ettiği hedefe mutlaka ulaştırmak ister ve sonuna kadar takip ederdi. “Atatürk, çevresinde yarattığı sıcak ve büyük sevgi hâlesi, otoriter tutumu, ince taktiği sayesinde amaçladığı her işi başarmıştır.” O’nun büyüklüğü ve insanlık âlemine armağan ettiği yeni görüşler her geçen gün daha belirgin hale geliyor. 10 Kasım 1986 Ankara Üniversitesi anma töreninde Dr. Robert P. Finn şunları söylüyor: “Atatürk sizin kahramanınız ve kurtarıcınız. Türk ulusunu kurtarıp Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran bir önder olmakla beraber verdiği dersler bütün insanlık âlemini kapsar... Bu dersler, kurduğu Türkiye Cumhuriyeti, hepimiz için bir örnek olmuş ve olmaya devam edecektir... Atatürk ve düşünceleri sadece Türkiye’nin ve Türk gençliğinin değil tüm dünyanındır. Atatürk’ün Türkiye’si, dünyadaki mazlum uluslara bir model olacaktır. O, dünyamızdaki bütün ulusların, insanlık ülküsüne yakışan sosyal hayata kavuşacakları günü özlemle bekliyordu.” Aziz Dinleyicilerim, Atatürk, bir imparatorluğun enkazından güçlü, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ni yarattı. Ey Türk gençliği! hitabesi ile hepimize emanet etti. Bu emanetin önemini ve değerini bilelim. Çağdaş uygarlık safındaki yerimizi koruyalım. KAYNAKLAR 1. Atatürkçülük. YÖK Yayını müşterek eser, 1986. 2. Atatürk ve Tarım. Ankara Ziraat Fakültesi Seminer Yayını. 3. Atay, Falih Rıfkı. Çankaya (Birinci baskı). 4. Bouthoul, G. Siyasi Doktrinler Tarihi, 1963. 5. Feyzioğlu, Prof. Dr. Turhan. Atatürk Yolu, 1981. 6. Finn, Dr. Robert P. Ankara Üniversitesi Anma Töreni, 1986. 7. İnan, Prof. Dr. Ayşe Afet. Atatürk’ten Anılar, 1982. 8. İnan, An. Atatürk’ün Eskişehir-İzmit Konuşmaları, 1982. 9. Kansu, Mazhar Müfit. Atatürk ile Beraber, 1986. 10. Karal, Prof. Dr. Enver Ziya. Osmanlı Tarihi, Cilt 5. 11. Kastamonu Müzesinde Atatürk’ün Konuşmaları (levhalarından). 12. Kocatürk, Prof. Dr. Utkan. Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, 1984. 13. Lewis, Bernard. Modern Türkiye’nin Doğuşu, 1970. 14. Milliyet Gazetesi (10 Kasım 1987) 15. Tüfekçi, Gündüz. Atatürk’ün Düşünce Yapısı. 16. Tüfekçi, Gündüz. Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar, 1983. 17. Veteriner Şairler Antolojisi, 1960. NOT: Bu konferans, Atatürk Araştırma Merkezi’nin tertiplediği “Atatürk konferansları” dizisi içinde 6 Nisan 1990 günü verilmiştir. Kâmuran Ardıç Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 18, Cilt: VI, Temmuz 1990
Benzer Videolar