Doğunun Fatihi Yavuz Sultan Selim

Ali Alper ÇETİN

Geçilmez çölü nasıl geçti? İlk Osmanlı halifesi!

“Cesaretiyle yaşamayan esaretiyle ölür.” Yavuz Sultan Selim
  1. Orta Asya ile Anadolu arasındaki yolun kapanması
  2. Hilafetin İstanbul’a getirilmesiyle devletin, Türk tebaa üzerinde dinî bir baskı unsuruna dönüştürülmesi
  3. Osmanlı Sultanların aynı zamanda “Halife” sayılmaları ile vicdani baskı altına girmeleri
Avrupalılar, 1492 mucizesi ile sömürecekleri yeni zayıf düşmanlar bulmuşlardı. Bazen birbirlerinin mallarına el koysalar da topluca zenginleşmeye çalışıyorlardı. Avrupalıların zenginleşmek için plânlar yaptıkları bu yıllar ise, Türklerin soydaşlarından kopmaya başladıkları dönemler oldu. 1500’lü yılların başlarında gelişen bazı olaylar, Horasan’dan Anadolu’ya yapılan göçlerin sona ermesine neden oldu. Bu hadiseler aynı zamanda, Anadolu’nun içleriyle, İstanbul’daki yönetimin arasının açılmasına sebep oldu. Olaylar zinciri Şah İsmail ile başladı. Şah İsmail, sunni bir Müslüman olan Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın kızı tarafından torunuydu. Babası ölünce ağabeyleri onu hapsettiler. Hapisten kaçarak kendine taraftar topladı. Kendine taraftar bulabilmek için din konusunda yeni bir yol alarak Şiiliği seçti. Önce, babası Haydar’ın Akkoyunluların damadı iken, aileden dışlanmasının intikamını almak istedi Türkleri birbirine düşürmek isteyen Farsların da desteğiyle 1503’te, Uzun Hasan’ın torunu Elvend Hanı (1498-1504) yendiğinde henüz ondört yaşındaydı. Bir taraftan doğu Anadolu’daki Türkler arasında, Şiiliği yaymaya çalıştı. Diğer taraftan, doğu sınırındaki Sunni olan Özbek Türkleriyle (Timurluların devamı sayılırlar) savaştı. Şah İsmail 1510 yılında Muhammed Şaybani yönetimindeki Özbekleri Merv’deki savaşta kesin olarak yendi. Doğu Türklüğü ile Batı Türklüğü ayrılıyor 1510 yılında Muhammed Şaybani yönetimindeki Özbekleri, Merv’de yendi. Bundan bir yıl sonra 1511’de Antalya’da Şahkulu Tekelü Baba İsyanı başladı. Şahkulu, Teke’de (Antalya) doğmuştu. Kendisi, Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar’ın halifelerinden Hasan Halife’nin oğluydu. Erdebil’de Şii inançları doğrultusunda öğrenim gördükten sonra Teke’ye döndü. Erdebil Tekkesi, Bizans’ı yıkan Osmanlı sülâlesinin devşirmelere önem verdiğini, Türklere ise baskı yaptığını düşünüyordu. Bu durumu, Ehl-i Beyte yapılanlarla özdeşleştirenler bile vardı. Bu duygularla geri dönen Şahkulu, Padişah II. Bayezid’in oğulları arasındaki 1510’da başlayan taht kavgalarından faydalandı. Kurduğu Şii taraftarı ordusuyla isyan başlattı. Çok kanlı mücadeleler oldu. Bazı kaynaklara göre 50.000 insan öldü. Sonunda Ağustos 1511’de Şahkulu öldürüldü ve isyan bastırıldı. Bütün bu olaylar Türkler arasına Sünni-Şii ayırımının girmesine yol açtı. Sonuçta Horasan’dan Anadolu’ya göçler bıçak gibi kesildi. Merv’deki bu savaş, Türk tarihinin dönüm noktalarından birini oluşturdu. Türk dünyası fiilen ve fikren bölündü. Bu sırada şehzade Selim ( Yavuz Sultan Selim), daha önce hiçbir şehzadenin yöneticilik yapmadığı Trabzon’da bulunuyordu. Şah İsmail’in gelişmesini, Doğu Anadolu’daki Türklerin, Osmanlı’dan soğuyup neredeyse tersine göçe başlamaları gözlüyordu. Şahkulu isyanının şiddetini görünce daha fazla dayanamadı. Zaten kardeşleri de padişah olmak için mücadele başlatmışlardı. Babasına bir hal olursa en uzaktaki şehzade kendisiydi. Gürcistan’a yaptığı seferlerle ün kazanmıştı. Devletin başına geçip, bu alanlara hâkim olmak istiyordu. Harekete geçti, Kırım hanı olan kayınpederi I. Mengli Giray ve Yeniçerilerin yardımıyla ( Yenibahçe Ayaklanması,) babasını tahtan indirdi ve yerine geçti Sonra yönünü Doğu’ya çevirdi. Muhtemelen Doğu’da birliği sağlamadan, Horasan ile birliği sürdürmeden, Batıya doğru ilerlemenin sonuçsuz kalacağını düşünmüş olabilir. Yavuz, Çaldıran’da 1514 yılında Şah İsmail’i yendi. Şah Tebriz’den geri çekildi. Yavuz Tebriz’de sadece 9 gün kaldı. Robert Mantran’a göre bu durum yeniçerilerin Tebriz’de kışı geçirmek istemelerine sebep oldu. Yavuz, Mısır’a doğru yola çıktı. Şah İsmail geri döndü, ama utancından eve kapandı ve ordusunun başına bir daha geçmedi. Yiğit bir insan olan Şah İsmail, gençliğinin verdiği iktidar hırsıyla hareket etmiş oldu. Türk Dünyasının arasına, çözülmesi çok zor sorunlar bıraktı. 1524 yılında 36 yaşında iken evinde öldü. Ama Safevi Türk Devleti gelişerek devam etti. Osmanlılar, Safevileri tamamen yıkamayınca Horasan’dan göçlerin engellenmesi sürdü. İran Türkleri ile de irtibat en aza indi. Bugünkü İran Türkiye sınırı 1555 Amasya antlaşmasından sonra hemen hemen hiç değişmedi. Özdemiroğlu Osman Paşa (1727-1585) zamanında bazı değişiklikler oldu. Paşa 1585’de Tebriz’e girdi. Ancak Cuma namazını kıldırdıktan hemen sonra hastalandı ve geri dönerken yolda öldü. (Bu zamansız ölüm hem Tebriz’in terk edilmesine hem de Astrahan Hanlığına ciddi yardım edilmemesine neden oldu.) Daha sonraki 1636 Kars-ı Şirin antlaşması sınırlar ile son anlaşmadır ve 1555’e uygundur. Hilafetin İstanbul’a Gelmesi Yavuz Sultan Selim, 1517’de hilafetin yaşadığı bölge olan Mısır’ı Memluk Türklerinden aldı. Yılmaz Öztuna’nın aktardığına göre; dönerken Halife Mütevekkil Ala’allah, amcasının oğlu Ebu Bekir ve Ahmed, damadı Nasri Muhammed ve El- Ezher Üniversitesi (Bu medrese hakkında kitabın İstanbul’un Fethi bölümünde bilgi vermişti.) hocalarından bir kısmını İstanbul’a getirdi. İstanbul’daki din bilginleri ile yeni gelenler arasında dini konularda tartışmalar başladı. Böylece, Kanuni Sultan Süleyman döneminden itibaren, yönetici Türklerin Müslümanlığa bakışı değişmeye başladı. Bu değişik öncelikle şer-i hukuk ve örf-i hukuk konularında kendini gösterdi. Hukuk sistemi yeniden düzenlenmeye başladı. Bu dönemde şeyhülislam Hoca Sadeddin Efendi, Türklerin tarihine Osmanoğlu ile başlatan kitabını, belki de, bu etkilerle yazdı. Devşirme paşalardan Lutfi Paşa (1488-1563), yazdığı Tevarih-i Al-i Osman isimli kitabında; gaza yoluyla dini yayma, savunma ve koruma şartlarını yerine getirdiği için Kanuni’yi “asrın imamı” olarak tanımlıyordu. Ekmeleddin İhsanoğlu’na göre bunun iki sebebi vardı. Birincisi, gaza yoluyla dini yaymak, müdafaa ve muhafaza etmekti. İkinci sebep ise bir önceki bir önceki paragrafta anlatılanlardı. Yani, şer’i hukuk prensiplerine daha sıkı bir şekilde dikkat etmelerine ve örfi hukukun, mali düzenlemelerin, şer’i hukuk çerçevesinde izahını bulmasaydı. Halbuki Kanuni döneminde (1520-1566), Osmanlı sınırları içerisinde ve civarındaki milletlerde Müslümanlığı kabul eden olmadı. Yani din yayılmıyor, sadece Müslümanlar geniş alanlara yayılıyorlardı. Kanuni ayrıca kendi soydaşı ve bağımlıları olan Kırım ve Kazan Türklerinin, 1525’ten itibaren yaptıkları imdat çağrılarına kayıtsız kaldı. Bu durum Rusların güçlenmesine ve Türklere en çok soykırım uygulayan devlet olmasına zemin hazırladı. Ruslar, Kanuni döneminde Moskova’dan çıkarak Hazar denizine ulaştılar. (Tabii bu durumun tek sebebi Kanuni’nin davranışları değildir.) Osmanlı’da eğitim önce sıbyan okullarında verilirdi. Bu okul, ilköğretim niteliğinde idi. Tekke ve zaviyeler ise daha çok halk okulu vasfındaydı. Acemi oğlanı, yeniçerilerin eğitildiği özel amaçlı bir kurumdu. Enderun ise daha çok devşirmelere yönelik, devlet yöneticisi yetiştiren özellikli bir okuldu. Burada devşirmeler çok sıkı bir eğitim ve öğretime tabi tutulurdu. Padişaha bağlılıklarını pekiştirmek için de onun kişisel hizmetlerinde yetiştirilirdi. Ondan sonra yönetime getirilirlerdi. Medreseler ise en yüksek eğitim veren kurumlardı. Fatih’in kurduğu Sahnı Seman Medreselerinde, dini bilgilerin yanında hukuk ve edebiyat öğretilirdi. Kanuni Sultan Süleyman da İstanbul’da kendi adıyla anılan medrese açtırdı. Bu medresede ise daha çok tıp ve matematik derslerine ağırlık verildi. Buradan da anlaşılacağı gibi, gerek Gazali’nin etkisi ve gerekse Hilafetin İstanbul’a getirilmesi bile, padişahlar güçlü olunca Türkleri pozitif ilimlerden yeterince ayıramamıştı. Ancak Kanuni’den sonra padişahlar güçsüzleşince, devşirme yöneticiler ve sofu ulema hemen harekete geçti. Doğrudan medreselere karışamayacaklarını düşünen bu gruplar, hedef olarak dönemin en büyük rasathanesin seçtiler. 1580 yılında bir bahane buldular ( Bazı tarihçiler 1585 olarak bahsederler). İstanbul’da veba salgını başlamıştı. Yeniçeriler, bu salgının rasathaneden yayıldığını söylediler. Kimi tarihçilere göre de, rasathanedeki teleskoplarla melekleri seyrediyor diye bahane ettiler. Hangi saçma sebeple olursa olsun, sonunda yeniçeriler rasathaneyi yerle bir ettiler. Bu dönemde padişah olan III. Murat (1574-1595) ise, bunlarla ilgilenecek durumda değildi. Osmanlı İmparatorluğu, onun zamanında en geniş sınırlarına erişmesine rağmen, gözü kadınlarda idi. Zaten ülkeyi, eşi Venedikli Safiye Sultan idare ediyor gibiydi. Refik Özdek’in aktardığına (cilt, sh 570), III. Murat ise toplam 41 kadından, tam 130 çocuk sahibi oldu. Bu çocukların çoğu kendi sağlığında öldü. Geriye 19 erkek ile 26 kadar kız çocuk kaldı. Yerine tahta çıkan III. Mehmet ( 1595-1603), “Nizam-ı Âlem içün” kalan erkekleri boğdurttu. Annesi Safiye Sultan ise ülkeyi idare etmeyi sürdürdü. Dolayısıyla III. Murat ve haleflerinin birçoğu, yeniçerilerle uğraşabilecek durumda değillerdi. Diğer taraftan padişahların kız çocuklarının çokluğu da, sistemi bozan diğer bir etkendi. Osmanlının ilk dönemlerinde, güçlü padişahlar varken zaten az sayıda olan damatlar sorun olmuyorlardı. Ayrıca damatlara devlet ile ilgili haklar verilmiyordu. Ancak padişahlar güçsüzleştikçe anlayış da değişmeye başladı. Bu kadar damada ve damadın çevresine, devletten iş bulmaya çalışılır oldu. Onları kayırmak zorunluluğunun damatların çocukları ve torunlarına bile intikal ettiği düşünülünce, devletin gerilemesi daha iyi anlaşılmaktadır. (Günümüz demokrasilerinde ise yöneticilerin herhangi bir yakının yolsuzluğu bile halkı hemen kızdırmaktadır.) Devşirmeler, sofu ulema ve yeniçeriler bundan böyle menfaat birliği yaptılar. Başlarında artık güçlü padişah istenmiyorlardı. Bu nedenle şehzadelerin yetiştirilmesinin sistemin değiştirilmesinde etkili oldular. Önceleri Osmanlı şehzadeleri, eğitim ve öğretiminde lalaların denetiminde valiliklerde bulunarak yetiştirilirlerdi. Yukarıda saydığımız grup bu uygulamayı terk ettirerek şehzadelerin saraya hapsedilmelerini sağlayacak planlar uyguladılar. Şehzadelerin eğitimleriyle de ciddi ilgilenmediler. Bazı şehzadelerin okuma yazmayı bile cariyelerden öğrendikleri söylenir. Saraya hapsedilen şehzadelerin, ölüm korkusundan ruhsal dengeleri bozuluyordu. Bu ruh haliyle padişah olanlar da, bahsedilen üç grubun oyuncağı oluyordu. Bu grupların etkisiyle 16. Yüzyılın sonundan itibaren medreselerde dini bilgilerin dışındaki mevzular, ders konuları olmaktan çıkarıldı. Hattâ bir süre sonra, tasavvuf dersleri bile kaldırıldı. Sadece fıkıh ve kelâm dersleri okutulur oldu. Ancak bazı medreselerde, matematik okutulmaya devam edildi. Bu uygulamaların sonucunda Medrese sistemi çökmeye başladı. Yerine yeni kurum koyma arayışı da engelledi. Yeni eğitim kurumları, uzun bir süre sonra sadece askeri alanda açılabildi. I. Mahmut döneminde 1826 yılında Yeniçeri Ocağı kaldırıldı. Tarihe “Vakayi Hayriye” olarak geçen bu olaydan sonra, üst görevlere daha çok Türkler getirilmeye başlandı. Bu durum etkisini yeni eğitim-öğretim kurumlarının kurulması şeklinde gösterdi. 1827’de Mektebi Tıbbiye, 1834 yılında Mektebi Harbiye, 1836’da Müzikayı Hümayun Mektepleri açıldı. Tercüme odasına Rumların yerine Türk ve İslâm memurlar alınmaya başlandı. İstanbul’da ilköğretim mecburi oldu. Memur yetiştirmek için çeşitli okullar kuruldu. İlkokuldan sonra bugünkü ortaokul yerine geçen “rüştiyeler” açıldı. Kız çocukları için ilk kez rüştiye açıldı. Lise ayarındaki “idadi” lerin ilki olan Galatasaray Sultanisi 1868’de açıldı. Osmanlı’da eğitim teşkilatı en hızlı gelişmesini, II. Abdülhamit döneminde gerçekleştirdi. İlk üniversite olan Darülfünun ise 1900 yılında açıldı. (Haçlı seferleri sırasında Avrupalılar, Türklerde gördükleri eğitim sistemini ülkelerinde uygulayarak Hıristiyanlığın bağnazlığından kurtulmuşlardı. Şimdi ise Hıristiyanlara örnek olan eğitim sistemlerini terk eden Türkler, Avrupa’dan aldıkları eğitim sistemini uygulayarak ilerlemeye çalışıyorlar.) Hilafetin İstanbul’a gelmesinden sonra Türklerin anlayışlarındaki değişiklikler hayatın hemen her alanında gerçekleşti. Türklerin ticari anlayışlarındaki, kadına bakışlarındaki, sanatla ilgili düşüncelerindeki, zamana uyarak devletlerini ve gelişmelerini sürdürmedeki ve Türkçedeki değişmeler ayrıca değerlendirilip yazılacaktır. *** Yavuz Sultan Selim tahta geçtiği zaman, II. Bâyezid’in üçü hayatta bulunan oğlu 42 yaşındaki Yavuz, 45 yaşındaki Ebul Hayr Mehmet Korkut ve 46 yaşındaki Ahmed. Yavuz en küçükleriydi. Korkut’un yalnız iki kızı bulunuyordu. Yavuz’un bir tek oğlu Süleyman (ki şimdi velihad-şehzâde olmuştu) Fakat II. Bâyezid’in oğullarının çoğu arkalarında şehzâdeler bırakmıştı. Yavuz’un yeğenlerinden bazılarının yaşları yirmiyi geçiyordu. Hepsi yetişmiş şehzâde idi. Yavuz’un padişahlığını tanımayan ve açıkça saltanat iddia eden eski velihad-şehzâde Sultan Ahmed idi. Tabii ki onun oğulları, amcalarını da tanımayacaklardı. Sultan Korkut ve Yavuz’un diğer yeğenleri Sultan Selim’i padişah tanımışlardı. Yavuz Sultan, Korkut’a saltana davet eden mektupları için Marmara’ya geçti ve Anadolu’ya geldi.

Aşılmaz denilen Sina Çölünü 13 günde geçen padişah

13 günde geçilen Sina Çölü ve Yavuz Sultan Selim Yavuz Sultan Selim Sina çölündeki mucizesi: “ Önümde efendimiz Hz. Muhammed yürüyor. Nasıl at üstünde giderim?..” Tarih 1516, Mercidabık Savaşı kazanılmış, sıra Mısır‘ın fethine gelmişti. Osmanlı ordusu Mısır‘a doğru hareket etmiş ve karşılarına Mısır‘a ulaşmaları için doğal bir engel olan, aşılmaz denilen korkunç Sina Çölü çıkmıştır. Osmanlı ordusu 1,5 senedir seferde oldukları için çok yorgun düşmüşler; vezirlerden bazıları da bu çölün geçmenin imkânsız olabileceğini, geçilse bile çok asker kaybı olacağını düşündükleri için pek istekli olmamışlardı. Bunu hisseden Yavuz Sultan Selim askerlerine bir konuşma yaptıktan sonra savaş zamanlarında bindiği atı Karaduman‘ı Sina Çölüne sürmüş ve arkasından Osmanlı ordusu da çöle doğru yürüyüşe geçmiştir. Çölde yürüyüş çok çetin olmuş su idareli kullanılmış, teyemmüm ile abdest alınmıştı. Çölde ilerlerken bir ara Yavuz Sultan Selim atından inerek yürümeye başlayınca vezirler, beylerbeyleri, sipahiler kısaca bütün ordu atlarından inerek yürümeye başladılar. Son derece cevval ve heybetli olan Yavuz Sultan Selim derin bir huşu içerisinde önüne bakarak yürüyordu. Vezirler ve askerler bu durumu merak etmişlerdi, acaba sultan neden yürüyordu? Hemen vezirler padişahın en yakın dostu, sohbet arkadaşı ve sırdaşı olan Hasan Can‘a müracaat ederek durumu öğrenmesini istediler. Hasan Can padişahın yanına yaklaşarak; – Hayırdır inşallah Sultanım bütün ordu merak eyler durur; Devletlü padişahımız, aceb niçün yaya yürürler diye telaş ederler, dedi. Yavuz Sultan Selim büyük bir maneviyat ve huşu içerisinde Hasan Can‘a dönerek; -”İki cihan sultanı Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem önümüzde yaya yürürlerken biz nasıl at üzerinde olabiliriz Hasan Can? Bir müddet bu şekilde giden Yavuz Sultan Selim Han, tekrar atına binmesiyle geri kalanlarda atlarına binerek yollarına devam ettiler. Ve geçilmez denilen Sina Çölü 13 gün gibi kısa bir sürede geçilmiş, yaklaşık 100 yıldır yağmur yağmayan çöle, ordunun geçiş sırasında yağmur yağmıştır. Çaldıran Zaferi (23 Ağustos 1514) 26 Ağustos sabahı, Türkiye’nin kaderini tâyin eden büyük tarihi günlerden biri idi. XVI. yüzyıl başlarında İran’da Şiî inanışına dayalı bir devlet kuran Şah İsmâil, gönderdiği dâî’ler (davet eden) vasıtasıyla Anadolu’nun birliğini bozacak büyük bir Şiî propagandasına başladı. Bunlardan Şahkulu Baba Tekeli pek çok kimseyi şah tarafına çekmeyi başardı ve Kütahya’ya kadar ilerledi. Çaldıran Savaşı, 23 Ağustos 1514 de bugünün İran coğrafyasında bulunan Maku Şehrinin Çaldıran Ovasında, Safevi Hükümdarı Şah İsmail ile Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim arasında meydana gelmiş. Her iki ordu 100.000 kişilik, her iki tarafta da asker fevkalâde teçhiz edilmişti. Savaş Osmanlı Devletinin zaferiyle sonuçlanmıştır. Meydan muharebesinde, Şah İsmail kurşunla kolundan yaralanarak atından düştü ve Osmanlı kuvvetlerine esir düşmemek için Tebriz’e oradan da İran’ın içlerine kaçtı. Çaldıran’da kesin bir zafer kazanan Yavuz Sultan Selim muzaffer bir şekilde Tebriz’e girdi. Osmanlı ordusunun on iki saatte kesin sonuç aldığı Çaldıran Muharebesi tarihin en büyük ve nadir meydan muharebelerindendir. Çaldıran Zaferi, Anadolu’nun tarihi açısından çok önemli sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Tarihçi Yazar Turgut Güler, Kırmızılar’daki 12 Ağustos 2019 tarihli yazısında: Rahmetli Osman Tûrân’ın “Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Târîhi”ismini verdiği müstesnâ eserinde, Yavuz Sultan Selîm Hân’a atfedilen bir anekdot var ki, farz-ı muhâl bir ricâl-i devlet okulu açılsa, orada tek başına kürsü olur. Mısır Seferi’nden dönen Sultan Selîm-i Evvel, Topkapı Sarayı’nın bahçesinde Sadr-ı âzam Pîrî Mehmed Paşa ile sohbet etmektedir. Pâdişâh’ın üzerinde, Mısır Seferi’nde elde edilen kıskanılacak netîcenin aydınlığı ve râhatlığı vardır. Bu hâlet-i rûhîye ile Mehmed Paşa’ya hitâben: “Bir seferde Nebîler Diyârı’nı fetheyledik. Lala, de bakalım, bu devletin sırtı, bundan böyle yere gelir mi?” der. Pîrî Mehmed Paşa, bu soruya: “Sâye-i Hümâyûn’unuzda aslâ gelmez Hünkâr’ım ammâ..” diye cevap verir. Sözün devâmı için ruhsat istediği bellidir. Yavuz Sultan Selîm: “Lâfın gerisi gelsin Lala!” deyince, Pîrî Paşa, her türlü riski göze alıp, sözü şu hârikulâde cümle kalıbına döker: “Evet Hünkâ’rım! Sâye-i âlinizde bu Devlet-i Âliye’nin sırtı aslâ yere gelmez ammâ; ne zamân, sizin ağzına kadar altınla doldurduğunuz hazîne boşaltılır ve altın yerine değersiz mâdenler konursa; ne zamân,  kadınlar entrikalarıyla devlet idâresinde söz sâhibi olmaya başlarsa; ne zamân, sizin kılı kırk yararak iş başına getirdiğiniz ricâl-i devletin yerine, şahsî menfaatlerini devlet menfaatinin üstünde gören idâreciler kaaim olursa, Sultân’ıma rağmen bu devletin sırtı yere gelir.” Bu hikmetli cevâbı duyan Yavuz, bir ân bulunduğu yerde durur, sonra da en yakın toprağa çökerek nedâmet secdesine kapanır: “Allâh’ım! Bir ân kendimde olmadık kibir vehmettim. Bu âciz kulunu affet!.” diye yakarır. İşte, böyle bir Yavuz Sultan Selîm Portresi var. İşte, “kurum”un, “kibir”in her çeşidinden uzaklaşmış, özünde “tevâzû” olan bir hükümdâr resmi. Yavuz’u böylesine müstesnâ yapan ve Türk millî hâfızasının en mûtenâ köşesine yerleştiren tarafı, “nedâmet secdesi”ne çok yakın bir mevkie “taht” kurmuş olmasıdır. Son nefesini verirken, yanında bulunan nedîmi Hasan Cân’ın: “Şimdi Yaradan’la olma zamânıdır.” temennîsine: “Sen, bizi şimdiye kadar kiminle bilirdin?” cevâbı,  bu “taht”kurma ameliyesini çok güzel açıklıyor. Bu veciz sözlere muhâtab olan Hasan Can, Çaldıran Zaferi’nden sonra Tebrîz’e giren Osmanlı kuvvetlerinin, bizzat Pâdişâh’dan sâdır olan arzû istikametinde ele geçirdiği ilim ganîmetindendir. Tebrîz ve çevresine bugün İran Âzerbaycanı deniyor. Doğu Türk Âleminde Kriz Doğu Anadolu’nun Safevîler’den Alınması ( 1514-17) Dulkadır Beyliğinin İlhâkı ( 12 Haziran 1515) Âmid (Diyarbakır) Şehrinin Fethi (19 Eylül 1515) Bıyıklı Mehmed Paşa’nın Koçhisar Meydan Muharebesi Zaferi ( 4 Mayıs 1516)  2. Sefer-i Hümâyȗn: Mısır Seferi 8 1516-1518) Ramazânoğulları Beyliği’nin İlhâkı (27 Temmuz 1516) Merc-i Dâbık Zaferi ( 24 Ağustos 1516) Yavuz Sultan Selim’in Haleb’e Girmesi ( 28 Ağustos 1516) İslâm Halifeliği Abbasiler’den Osmanoğulları’na Geçiyor (29 Ağustos 1516) Suriye, Lübnan ve Filistin’in Fethi ( 19 Eylȗl 1516- 2 Ocak 1517) Hân- Yȗnus Meydan Muharebesi (21 Aralık 1516) Rîdâniye Zaferi ve Mısır’ın Fethi ve Memlȗk İmparatorluğu’nun Sonu (22 Ocak 1517) Kahire’nin Fethi ( 24 Ocak 1517) Donanmay-ı Hümâyȗn’nun İskenderiye Gelmesi (19 Mayıs 1517) Hicâz’ın Türkiye’ye Katılması ve Emânâtı Mukaddesenin Yavuz’a Teslimi (6 Temmuz 1517) Mısır Seferinin Son Safhası (15 Temmuz-10 Eylül 1517) Yavuz Sultan Selim’in İstanbul’a Dönüşü ( 25 Temmuz 1518) Pîrî Mehmed Paşa’nın Kuzey Irak’ı Fethi ( 1518) Yavuz Sultan Selim’in Ölümü (22 Eylül 1520) Sekiz yıl kısa bir süre saltanatta kalan, Doğu’nun fatihi, hilafeti İstanbul’a getiren ve ilk halifemiz, büyük cihangir Yavuz Sultan Selim, Türk ve Osmanlı İmparatorluğunun en büyük sultanlarındadır.
Seyh Safuiddin ve Sah İsmail türbeleri
Ali Alper ÇETİN Araştırmacı alialpercetin@hotmail.com Kaynakça: İsmail Hakkı Küpçü: Tarihin Aydınlattığı Gelecek, 3. Baskı, Melike Ofset, 2006 Ankara Yılmaz Öztuna: Büyük Türkiye Tarihi III. Cilt, Ötüken yayınevi, İstanbul 1977 Turgut Güler: Nedâmet Secdesi, Kırmızılar, Ağustos 2019 https://www.kirmizilar.com/tr/index.php/guncel-yazilar3/4414-nedamet-secdesi
Benzer Videolar